mousenin orta tuşuyla tıkladığında yeni pencerede açılmayan youtube videosu

 


Burnumda geçmişe dair bir koku var, ne olduğunu bilmiyorum. Çiçekler hakkında malumatım yok. Birkaç tanesinin şeklini biliyorum. Papatya sarı beyaz olur, yaprakları kolay kopar. Gülün dikenleri vardır, orkide beyazdır genelde ve anneler gününde annene aldığında iki gün sonra solarak ölür. Yine de o günkü kokunun bir çiçek kokusu olduğunu biliyorum, denizle karışık. Deniz kokusuna aşinayım. Birazcık tuz da var, defalarca mutfakta hangisi tuz hangisi şeker diye şaşırarak serçe parmağımı ıslatıp tadına bakmıştım. Kokudan sonra en çok rüzgârı hatırlıyorum. Soğuk ve kulağı yakanı biliyorum ama bunu değil. Gözü yaşartan ve montunun ceplerinde kullanılmış peçete aratan versiyon da değil. Çok güzel, usul usul esen, kokuları taşıyan, ufacık terlemiş alnını okşayan bir rüzgâr bu. Rüzgârdan sonra da sesler aklımdan hiç çıkmıyor. Bildiğim sesler değil bunlar, biliyormuş gibi yaptığım yankılar. Araba kornaları, üç beş dilde edilen sohbetler, bağrışlar, telefon konuşmaları, seslenmeler, yol çalışmaları, köpeğin havlaması, otobüsün açılan kapısı, su şişesinin sallaması, ayağın taşlı yola sürtmesi. Hepsi aklında ve bir bütüne dönüştüğünde anlam ifade ediyor. Işıkları hatırlıyorum biraz da. Reklam panoları, arabaların fren lambaları, tuvalet ışıkları, polis ışığı, karanlıkta telefonun kör eden ışığı, lokantaların sarı gün ışıklarıyla karışık beyaz LED ışıkları. Onlar da farklı aslında, hepsi ayrı bir iz ama hepsinin üstümde anısı var.

Her yeni yılda neler yapamadığımı ve bir dahaki yıl neler yapabileceğimi düşünüyordum. Artık biraz bıktım mı bilmiyorum, bıraktım. "Çift yıllar bana yaramıyor pek" diyorum. Eskiden burç yorumlarına bakıyordum, "2018 yılı başaklara ne getirecek?" Ondan da vazgeçtim. "Yeni yıl falan benim için önemsiz ya, hiç değer vermem" diyorum. Meşhur espriyi bile bıraktım, kimseyle seneye görüşmek istemiyorum. Yeni bir çalışma koltuğu aldım. Mega boymuş, yorumlarda "Boyum 1.97 ve ilk kez bir koltuğa rahatça sığdım" yazıyormuş, görmemişim. İçinde kayboluyorum. Bazen gözlerimi kapatıyorum ve sanki bir uzay gemisinin pilot kabininde olduğumu hayal ediyorum. Uzay boşluğundayım, yüzüm kokpitteki düğmelerin ışığıyla aydınlanmış, önümdeki vizörden hiper ışık hızıyla gideceğim rotayı arıyorum, camdan bakınca sürüsüyle yıldızın ve gezegenin parıldadığını görüyorum. Nükleer füzyon motorunun hafifçe tıslaması, kabinin içini uzayın -60 derecelik soğuğundan koruyan ısıtıcıların hafif yanık kokusu burnumda... Nereye giderdim, ne maceralar yaşardım, hangi gezegenleri keşfederdim, kimlerle zirve anlarında büyük düellolar yapardım diye düşünüp duruyorum. On iki yaşımdaki halimden farkım yok. Fethiye'de dedemlerim evinin salonundayım. Başım üç numaraya vurulmuş, öyle yanmışım ki kömür gibi olmuşum. Klimalı salondayım. Ayaklarım çıplak, dizlerimde sürekli düştüğüm için Afrika kıtası şeklinde kabuk bağlamış yaralar var. Ortadaki sehpanın yanına diz çökmüşüm, dayımın bana verdiği sarı deftere tükenmez kalemle böyle şeyler karalayıp duruyorum. Yanımda üzerinde yenmiş karpuzun çekirdekleri kalmış tabağı...Tükenmez kalemin tepesindeki mavi çıkıntıyı ısırarak çıkartmışım. Kalemin arkasını sürekli emdiğimden ağzımın kenarları mürekkep olmuş. O günde gece uyurken ayağımı pikeden hafifçe çıkartıp sallıyordum bugün de aynısını yapıyorum.

Biz nasıl bir kuşağız bilmiyorum, kuşaklı mıyız onun hakkında da fikrim yok. X, Y, Z, Q bunların farklarını bile bilmiyorum. Dizi izlerken bizi gaza getiren diyaloglardan kendi artist laflarımızı üreten ve günün birinde birilerine söyleme hayalleri kuran boş hesaplarmışız gibi geliyor. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.