gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak



Her gün, her gün olmasa bile sıklıkla gördüğüm bir rüya var. Rüyamda, -güya- ben bir uzay gemisinin kaptanı ve muhtemelen tek mürettabatıydım. Geniş bir kaya yapısının; galiba bir dağın altı delinerek oluşturulmuş geniş ağızlı, metalik bir uçak hangarının içinde yürüyordum. Artık hangi gezegende olduğunu bilmiyordum ama orası neresiyse sağanak yağmur yağıyordu. Damlaların killi toprağa düşerek kaldırdığı tozun kekremsi kokusunu burnumda hissediyordum. Üzerimde yağmurdan ağırlaşmış, sırılsıklam olmuş sarı - siyah bir yağmurluk vardı. Yağmurluğun rüzgardan sallanma sesini hala kulağımda duyuyorum.Yanımda sanırım kalkış görevlisi tarzında başka bir görevli daha vardı. Bana bir şey anlatıyordu ama motor ve rüzgar sesi yüzünden duyamıyordum. Sadece elindeki uçuş manifestosu gibi bir dosya olduğunu görüyordum. Bu adamla geminin başına kadar yürüdüğümü hatırlıyorum.

Gelelim gemiye. Star Wars'taki X-wing tarzı bir tasarımı vardı ama dört kanat yerine, hantal ve tombul iki kanadı vardı. İniş takımları açık olduğundan bizden yüksekteydi, hafif tepemizden bakıyordu. Önü yumuşatılmış ucu sivri koni gibiydi. Güvertesinin önünü geniş bir cam kaplıyordu. Rengi metalik griydi, kuyruğunda, kanatlarında ve burnunda mavi beyaz şeritler mevcuttu. Çok yeni görünmüyordu ama sıkı bir duruşa sahipti. Elektrik süpürgesinin süpürgesinin boru kısmını söküp içini kokladığınızda metalik bir koku gelir ya burnunuza, tam anlamıyla öyle bir kokusu vardı geminin.

Geminin yanına ulaştığımızda, gemiden boğuk bir "tıslama" ile bir merdiven indi. Belli ki gemiye binmem için oto-pilot tarafından indirilmişti. Tek yapmam gereken adımımı atmak, gemime binmek, koltuğa oturmak ve artık navigasyon nereyi gösteriyorsa uçup gitmekti.

Ama bir türlü yapamıyorum. Merdivene ayağımı attığım an uyanıyorum. Sonra hırsla kalkıp tuvalete gidiyorum ve ayakta işerken, uykum açılmasın diye en kısık bakışımla yere; çıplak ayaklarımdaki kıvırcıklaşmış ayak kıllarıma bakıyorum. Bu bir sefer olmadı, iki sefer de olmadı, 6-7 gündür böyle. Nedenini ve niçinini bilmiyorum, böyle şeylere anlam yükleyen birisi de değilim ama dün gece aklıma bir çözüm geldi. Daha doğrusu çözüm değil sadece çözüme doğru açılan bir yol diyelim.

Rüyanın devamını görebilmem için "gerçek" hayatta bir görev tamamlamalıydım. Bana rüya bekçileri tarafından verilmiş bir misyon olmalıydı, onun ne olduğunu bulmalı, bulduktan sonra da o görevi başarmalıydım. Sadece başardıktan sonra gemime binebilir ve sonranın sonsuzluğunda kaybolabilirdim.

Görevi bulmak için ertesi sabah dışarıya çıktım, sabahın körü değilse de o soluk mavinin önce loşluğa sonra da güneşe kavuştuğu o aranın, şehirlerarası otobüslerin Sivrihisar'dan Polatlı'ya basa basa giderken retarderin sesiyle tanık olunan o rengin saatleriydi işte. Dışarıda sadece ince bacaklarıyla titreye titreye uyduruk çantalarıyla işe giden gençler falan vardı. Biraz da köpeklerini gezdirmeye çalışan ve ayakta uyuyan insanlar. Bolca da motorları ısınmadığından gri gri egzoz çıkaran şirket arabaları. Elim montumun ceplerinde kendi mahallemde gezmeye başladım avare şekilde. Bir işaret arıyordum, neyi aradığımı bilmiyordum ama bulduğum zaman neyi aradığımı anlayacağımı biliyordum.

Etrafta biraz turladım, kepenk açan dükkanları gizlice gözledim. İnsanların konuşurken ağızlarından çıkan dumanlara baktım. Sigarasının izmaritlerini yere atanlara kızdım (içimden). Köpeğinin boklarını poşette kaldırmayanlara da kızdım (yine içimden). Önümden geçen simitçilerin ürün kalitesindeki tazelik seviyesini inceledim. Önemli, belki kutsal belki değil ciddi bir işaret beklediğinde insan ne yapardı ki? Ankara'da soyutlanmak için ziyaret edebilecek bir şehir içi mağarası veya manastırı olduğunu sanmıyordum. Dolayısıyla karıştırdığı çöpten akmış suya bastığı için arkasında "pıtı pıtı" pati izlerini bırakan kulağı küpeli bir sokak köpeğinin gidişini izledikten sonra eve dönmeye karar verdim.

İşaret de tam o sırada geldi.

"Birader bakar mısın?"

Sesi duyunca sesin geldiği yere, arkama döndüm. Tıpkı cumhuriyet dönemi yazarlarının tasvir ettiği gibi ihtiyatla... Adamın teki elinde cüzdanımı tutuyordu. "Bu senden düştü abicim." 

Cüzdanı teşekkür ederek aldım, son dakikada "içinde pek bir şey yok ya, düştüğünü farketmedim" diye bir espri patlatasım geldi ama çekindim. Adam kendi yoluna gittikten sonra "bu it içinden para almış" olabilir diye cüzdanı yokladım, dibinde çoktan unuttuğum bir kart çıktı. Vaktinde gittiğim senaryo kursunun kartıydı. Güzel şeyler öğrenmiştim, hocalar iyi niyetliydi. En önemlisi de o zaman ki o zaman dediğim 10 yıl falandır; biriktirdiğim param kursun tamamını karşılamıyordu, demişlerdi ki kalan kısmını (250 TL - enflasyon etkisiyle baya sağlam meblağydı) olunca getirirsin. Tamam demiştim ve paranın kalan kısmını asla getirmemiştim, tam anlamıyla üzerine yatmıştım. Geçmişle bugün arasındaki bağlantıyı kuran nöronlarım hızla çalıştı ve tahmin edeceğiniz üzere borcumu ödemeye karar verdim. İşaret buydu. Yapmam gereken ve beni yumuşacık, sorunsuz, stressiz uykulara gömecek görev borcumu ödemekti. Neden koştuğumu bilmeden koşarak eve döndüm, üzerimi değiştim ve öğleden sonra kartın üzerinde yazan adrese gittim.

Kurs, yüksek bir apartmanın girişi altındaydı, bahçe katındaki iki daireyi de satın almışlardı. İçinde sanırım 4-5 sınıf vardı. Sinemaya dair her şey, tabii ki bir bedel karşılığında öğretilmeye çalışılıyordu. Aklımda kalpsiz bir insan olmadığım için 250 TL yerine biraz daha yüksek bir meblağ ile borcumu ödemek vardı. Önce onları bulurdum, sonrasını sonra düşünürdüm. Apartmanın kapısı açıktı, heyecanla içeriye girip en alt kata indim. Merdivenlerden inerken çıkan seste bir hoş bir yankı vardı. Heyecanla kapıyı çaldım. Kapıyı tanımadığım birisi açtı, kursu sordum, pandemi sırasında kapatıp başka bir yere gittiklerini söylediler. Yeni adresi sordum, bilmiyordu. 

"Peki bir bilginiz falan yok mu? Sıfıra sıfır mı, abi yapmayın ya..."

Verebilecekleri tek bilgi yeri kiraladıkları emlakçının telefonuydu. Belki bu vasıtayla bulabilirmişim, kendisi de yeni girmiş işe, çok şey bilmiyormuş. Emlakçıyı aradım, durumu anlattım. Kulağa biraz saçma geldiğini ilk kez emlakçıyla konuşurken anladım. Sonuna da "Böyle bir durum var, bilmiyorum, yani ilginç bir olay ama yardımcı olursak harika olur" yalakalığı ekledim. Emlakçı ciddi bir sesle beni dükkana davet etti, zaten dükkan da aynı muhitteymiş. Yakınmış. Aslında çok da yakın değildi, 15 dakika %18 eğimli 4,5 kilometrelik bir yokuşu tırmanmak zorunda kaldım. Favorilerimden ter damlaları yanaklarıma doğru aktı. Emlakçıya girdim.

Emlakçı emlakçıya benziyordu: kartvizitliğinde kartvizitler, laptop'ta ensonhaber açık, çift cep telefonu, birinin ekranı çatlamış.

"Sen Altan Hocaları arıyorsun değil mi?"

Altan Hoca, evet. Kursta bizimle en çok ilgilenen hocamızdı. Piyasadaki herkes kadar artistti ve zavallıydı ama esprili, kafa birisiydi. Aramız da iyiydi. Kurstan sonra "istersen yazdıklarını bana gönderebilirsin, bakmak isterim" demişti, hikayenin gidişatından bir şey göndermediğimi tahmin edebilirsiniz.

"Evet, yani evet. Bulsam çok iyi olur."

Emlakçı kafasını salladı. Belli ki kafasında bir şey vardı. Kendi kendine konuştu: "Bulursun da bulmak ister misin bilmiyorum." Manidar şekilde gülümsedi: "Tövbe, tövbe. Ayıp ediyoruz." Bana baktı "Birader durum şöyle, Altan Hoca'yı iyi tanırım. Ailece bilirim, kendilerinin evlerini satmışlığımız var. Mevzu şu ki Altan Hoca bir süredir bazı psikolojik sıkıntılar yaşıyor."

"Nasıl sıkıntılar?"

Elini "Ooo, neler var neler" gibi salladı. "Evden çıkmıyor. Kendini kilitlemiş evine, kimseye kapıyı açmıyor. Ailesi çok zor durumda anlayacağın." 

Herkesin aklına gelen ilk soruyu ben de sordum doğal olarak: "Nedeni neymiş?"

Emlakçı masada duran gözlüğünü taktı. "Takip edildiğini düşünüyormuş" Camı çatlak telefonuna gelmiş mesaja baktı. Sonra da ekledi: "Ayrıca boşta yakalanmamak için uyumuyormuş. Nasıl anlatayım sana... Uyursa evini basıp onu götürürlermiş gibi bir saplantısı varmış. Daha doğrusu öyle söyleniyor deniliyor diyelim. Gözümle görmüşlüğüm yok." 

"Ya böyle şeyler oluyor ama polis kapıyı açtırıyor, sonra da zorla bilmem ne tem'e falan yatırıyorlar. Olmamış mı böyle bir şey?"

"Tabii polis gelmiş, oraya buraya tedaviye de götürmüşler ama sonuç aynı. Biraz yatırıp salmışlar. O da aynen eve dönüş." Arkaya yaslandı. Arkaya yaslanırken koltuğun derisi nazikçe gıcırdadı. "Ya bir şey söyleyeyim mi sana? Tamam kocaman adam eyvallah ama bence ailesi de çok üzerinde durmuyor. Delidir diyip işlerine bakıyorlar."

Hesapçı bir ezik gibi ellerimi ovuşturdum: "Benim para verme olay yattı mı yani? Hiç iyi olmadı ya. Yine de görevimizi yerine getirdik sayılır. En iyisi kalkayım..."

"Ya aslında şöyle bir şey var. Adres bende var. Sana versem bir de sen gidip konuşur musun?"

"Ne diyeceğim ki adama? Stresli durumları ben kaldıramam."

"Stres yapacak bir şey yok. Sana borcum vardı ödemeye geldim dersin, belki kapıyı açar." Sonra da kapitalist dünyanın en cezbedici cümlesiyle çengeli attı: "Yani ne kaybedersin ki?"

Bazı sokakların rengi vardır. Kendine özgüdür. O bazı sokakların bazılarının havası da farklıdır, o da kendine özgüdür. İçine girdikten ve çıktıktan sonra aklınızda yer eder. Altan Hocanınki öyle bir sokak değildi, ruhsuz yeni binalarla doluydu. Hani şu yeni olduğu için dokunduğunuz her metalimsi yüzeyde 500 watt elektirik çarpan binalardan... Emlakçı bana önce adresi vermişti, sonra da gönlü el vermedi herhalde yanındaki elemana arabayla bıraktırmıştı. Adam da "Kardeşim sen kendin yolunu bulursun, haydi eyvallah" dedikten sonra patinajla kalkıp gitmişti.

Altan Hoca'nın apartmanının kapısını kapalı sanmıştım, kapalıydı ama kilitsiz gibiydi. İtince açılıyordu yani, o tarz kapılardandı. Sekiz numarada oturuyordu. Apartmanın için havasızlık ve ıslak sigara külü kokuyordu. Altan Hoca'nın katına çıktım. Kapının üstünde ismi ve soyismi vardı. Kapının yanındaki sepet gazete doluydu.

Zili çaldım. Açılmadı. Tekrar çaldım, yine açılmadı. Dönüp gidebilirdim, maceranın tadı nedense ve bir şekilde beni orada tutuyordu. Son kez çalıp yine açılmazsa gitmeye karar verdim. Aslında paganik bir geçmişi olan ama semavi dinlere de geçen üç deneme olayı işte. Üçüncü kez zile bastım. Soğuk, keskin ve hasta bir ses geldi kapının arkasından.

"Kimsin?"

"Ben..."

"Neden geldin? Ne yapmak için geldin?"

"Hocam beni hatırladınız mı? Miraç...."

"Sen Jandarma İstihbarat mısın koçum?"

"Altan Hocam beni hatırlarsınız. Miraç. Senaryo kursundan."

"Adımı nereden biliyorsun, hayırdır?"

"Ben sizi tanıyorum. Çünkü tanıştık. Ayrıca zaten kapıda yazıyordu..."

"Hayır mı şer mi?"

"Bu söylediğiniz nedir anlayabilsem..."

"Ya canım kardeşim. Soruma cevap verir misin? Hayır mı şer mi? Hayır mı şer mi?"

"Tamam o zaman hayır."

Enteresan şeylerin yaşandığı ortamlarda zaman da enteresan hızlarda akardı, o yüzden bir dakika ya da on saniye mi bilmiyorum, bir süre karşılıklı sustuk. Tekrar kapıyı tıkladım.

"Neyse, hocam ben buradan konuyu açayım. Ben Miraç, öğrencinizdim, senaryo kursundan. Size zamanında 250 TL borcum vardı. Bugün borcumu ödemeye geldim. Enflasyonu falan düşününce de bilmiyorum, 2500 TL gibi bir şey getirdim yanımda."

Yine ses gelmeyince parayı yandaki sepetin içine bıraktım. "Hocam parayı sepete bırakıyorum. Uygun olunca alırsınız, ben gideyim en iyisi..."

Kapının kilitleri birer birer açılmaya başladı. Kapı da kapıydı; İskoç Şatoları gibi zehirle kriptolanmış 50 kilitle falan korunuyordu sanırım. Anahtarlar çevrildi, kilit ve açılan kapak sesleri duydum. Nihayetinde kapı biraz aralandı ve Altan Hocanın ya da Altan Hoca olarak hatırladığım 40 yaşlarındaki bir vatandaşın kafasını gördüm. Görüntüsü hemen hemen aynıydı. Dökülmüş saçları biraz daha azalmıştı, biraz da kırlaşmıştı. Yüzü esmerleşmişti, göz altları çizgi çizgiydi, gözleri kıpkırmızıydı. Boynu incelmişti. Üzerinde kırışık bir oduncu gömleği vardı. En son ne zaman yıkanmıştı tahmin edilemiyordu. Yine de nihayetinde bir insandı, canlıydı. En azından içeride intihar etmemişti.

Bana baktı. Gülümsedim. "Hocam hiç değişmemişsiniz ya. Yani değişmişsiniz ama iyi anlamda."

Ellerini eşofmanının cebine soktu. "Seni şimdi hatırladım oğlum ya. Değişik adamdın ama tipin aynı kalmış." Yandaki sepete koyduğum zarfa baktı. Kafasını kaşıdı. "Deminki olaylar için kusuruma bakma. İlaçlar hafızayı çok kötü yapıyor."

"Hiç önemli değil hocam ne demek. Oluyor böyle şeyler." Sepetten zarfı alıp Altan Hoca'ya uzattım. Gözlerini sertçe kapatıp açtı. "Ya içeri gelmek ister misin? Çay var. Youtube'dan video izleriz."

"Ben sizi rahatsız etmeyeyim hocam ya. İşlerim falan var, aşağıda beni bekliyorlar." Zarfı aldı. İçindeki paraya baktı. "Almasam daha iyi ben bunu. Gerek yok. Ama senin içeri gelmen gerekiyor." 

"Hocam normalde sizi kıramam ama çok acil gitmem lazım gerçekten." Altan Hoca elini tekrar cebine attı ve sapı tahtadan bir ekmek bıçağı çıkarttı. "Gir lan içeri. İt. İlla böyle mi konuşalım seninle?" İnce parmakları bıçağı öyle sert sıkıyordu ki alttan damarları çıkmıştı. Bıçağı ustaca, tıpkı reform dönemi Fransa'sının pislik dolu, bir o kadar da zengin Paris'inde bir serseriymiş gibi öteki eline aldı ve cümlesini tamamladı: "İçeri girmezsen rüyandaki gemiye nasıl bineceksin?"




Yorumlar

Wazamba dedi ki…
Your blog is a reservoir of practical knowledge.

Bu blogdaki popüler yayınlar

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.