12




KÜL YAĞMURLARI

Kül yağmurları henüz yağmamıştı, ama bulutların -her zamanki gibi- sararmasından belliydi; fena bastıracaktı. Havada yüklü bir gerilim, yeni şeylere gebe bir enerji vardı. Yaşı belirsiz, ince bir karartı Işıklı Bahçelerden Tören Meydanına geçerken devasa elmas heykellerin; bu kömür gezegeninin yüce atalarının gözlerini üzerinde hissediyordu. Kayala, kömür oğul…  Aguna, ateşi getiren… Kathuriya, ateşi yontan… Tikşna, ateşi susturan… Kartanakari, taşı kesen... Birazdan hepsi ilahların da yardımıyla canlanacaklar, elmas muhafızlara haber vereceklerdi sanki.

Tören Meydanını çepeçevre saran duvarlarda Elmas Şehir’in mutlu halkının, mutlu yaşamları vardı; kâh görkemli caddelerdeki külleri temizleyen işçi insanlar, kâh elmas ocaklarını işleten demir ustaları ve tabi yüce; her şeye kadir, hikmetinden sual sorulmaz taş kesicilerin o üstten bakan, gümüşi gözleri.

Hala tek damla kül yağmamıştı. Lakin yakındı, külün kesif kokusu gelmişti. Çok geçmeden bulutlar patlayacak, cehennemin kapıları açılacaktı. “Trajedi için güzel bir akşam” diye düşündü karartıdaki kadın. Avcıydı, doğumundan, ölümüne ve tekrar dirilmesinden Hatma madenlerinde Kömür Oğul’a ilelebet sunulacağı güne kadar avcı kalacaktı. Avının peşindeydi ve bu geceye kadar ona hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Ve bu geceye kadar içindeki heyecanı bastırmak da hiç bu kadar önemli olmamıştı.

Kadın, Corin Gezegeninin madenci diyarı olduğu iddia edilen bu şehrinde yaşayan herhangi bir kişiye benziyordu. Üstündeki giysiler basitti; donanma mavisi tulumu ve botları Gümüş Pazar’dan alınmıştı. Aslında bu kadar kalitesiz ve zevksiz giyinmeyi, ait olduğu tarikatı bile yasaklıyordu lakin ona tipik bir elmas işçisi görünümünü veren yıpranmış tulumu değildi. Yürüyüşüydü. Hiçbir şeye aldırmayan, kimsenin; yüceler yücesi bir taş kesicinin veya elmas muhafızın dikkatini çekmeyecek kadar düşük profili, onun artık uzay çöplüğü sayılan, düşmüş bir gezegenden gelmiş bir casus olduğunu belli etmiyordu.

Marlen Czolgosz, Son Konsül adındaki gizemli bir tarikatın üyesiydi. Terk edilmiş Dünya’da bırakılan son insanların neslindendi. Hayatta kalmayı başaranlar Son Konsül’ü kurmuş; buraya en iyi izcilerini yollamışlardı. Gayeleri bu maden gezegeni Corin’e gelen ilk yerleşimcileri bulmaktı. Marlen’in Terkedilmiş Dünya’daki 40 yıl-40 gün süren eğitimi biteli fazla olmamıştı ama izini kaybettirenleri bulup ortaya çıkarmasıyla epeyce ünlenmişti.

Her şey olacağına varırsa, solgun, kırışık ve Corin’in sentetik rüzgarının yıprattığı ellerindeki ipucu Marlen’i Erich Muhsfeldt adındaki ihanet etmiş bir eski askere götürecekti. Yıllarca süren takip, harcanan emek, bu uğurda kaybedilen “kardeşleri”, çekilen eziyetler ve çektirilmek zorunda kalınan eziyetler hepsi onun içindi; Erich Muhsfeldt. İhanet etmiş, sonsuz zenginlik bahşedilmiş ilk dünyalı.

Dünya Konfederasyon Ordusu İstihbarat Generali Erich Muhsfeldt, ihtiraslı bir günahkârdı. Gezegenini ucuza satmamıştı. Güçten düşmüş Corinli Prensliklerin çaresizliklerini fark etmişti; tüm güneş sistemine yetecek kadar madenleri vardı. Ancak o kömürü ve demiri işleyecek “dünyalı” minerallerden noksandılar. Muhsfeldt’in sattığı sırlar arasında ülkelerin savunma kodları, mineral kaynakları ve Corin’deki dünyalı casusların isimleri vardı. General önce bilgisini doğrulamak için bir “kırıntı” vermiş, doğrulandıktan ve Corin’deki bazı dünyalı casus şebekeleri “patlatıldıktan” sonra peyderpey ödeme yapılmıştı. 10 yıl içinde Dünya tamamen işgal edilmiş, General Muhsfeldt, beyin takımıyla Corin’e iltica etmişti. Kalan yıllar ise yıkım ve yok oluşla geçmişti.

Böylesine büyük bir ihanetin bedeli çoktan ödetilirdi ama Muhsfeldt belli ki ihtiyatlıydı. Elinde hala harcanabilir bilgisi vardı. Corinli Prenslerin onu ellerinden çıkartmaya karar verecekleri gün, elinde hiçbir bilginin kalmayacağı gündü. Bunu bilen General, Corin’in Başkenti Elmas Şehir’de yaşıyor, sürekli ev/karargah değiştiriyor, “taş kesici” unvanı olduğu için kimseye hesap vermeden istediği gibi yaşıyordu. Marlen onu Venüs’teki gizli bir ziyaretinde saat farkıyla elinden kaçırmıştı ama bugün başka türlü olacaktı.

Marlen, ardı ardına birkaç tane hava motorunun geçmesinden sonra yolun karşısına geçti ve küçük bir marangozhanenin önünde durdu. Onu takip eden var mıydı, yoksa damarlarındaki kabarık gerginlik kafasındaki kuruntunun tezahürü müydü? Kapıdan içeri girince tezgâhın arkasındaki Corinli turuncu yüzü ve boyanmış türkuaz saçlarıyla ona isteksizce baktı. Marlen, portatif bir taş yontma elması, jel sıva ve küçük bir keser satın aldı. Türkuaz saçlı Corinli, Marlen’in uzattığı parayı “Yabancı ne işin var burada?” bakışıyla isteksizce aldı. Her yerin elmas ve taş olduğu, herkesin ya madenci, ya demirci ya da elmas kesicisi olduğu şehirde, bu gereçler onun rahatça dolaşmasının enstrümanlarıydı.

General Muhsfeldt, demir ustaları için inşa edilmiş bir lojmanda yaşıyordu. Apartmanın yüksekliği uçsuz bucaksızdı ve tamamen granittendi. Ateş susturan Tanrı Tikşna çıkıp gelse yıkamayacağı kadar sağlam görünüyordu bina. Generalin adresi 48.kat, 511 No’lu daireydi… Eğer toz bağımlısı küçük muhbiri ona numara yapmıyorsa, Marlen Czolgosz avından (uzunca) bir asansör yolculuğu uzaklığındaydı. Generalin izine ulaşması, taze fısıltılar bulma amacıyla uğradığı Heera Semtindeki fahişeler sayesinde olmuştu. Generalin dünyada da başını derde sokan küçük kızlara düşkünlüğü burada da peşindeydi. Dünya’daki kariyerinin bitişine sebep olacak bu iddialara Corin’de “hizmetleri” gereği göz yumuluyordu. Kendisine Zeyn diyen 12 yaşındaki bir kızın dilini açmak Marlen için kolay olmamıştı. Ancak Elmas Şehir’de zengin bir dünyalının çelimsiz zayıf bedenlere ve süt kokan küçük kızlara para saçtığı, ödemesinin karşılığını alamadığında ise “hak ettiği” miktarda cezalandırdığı dedikoduları fazla saklanamıyordu.

Elinde demir işi malzemeleriyle General’in katına çıktığında etraf sessizdi. Koridorun sonundaki odaya doğru ihtiyatla yaklaştı Marlen. Tulumunun içinden eski moda kod çözücüsünü çıkartıp, şifreli kapıya doğru tuttu. Parmakları böyle işlerin hala acemisiydi, tek yapması gereken cihaz şifreyi çözene kadar sabit olarak beklemekti. Aniden kafasında bir soğukluk, serin bir temas hissetti. Döndüğünde yüzüne doğrultulmuş bir Metal Storm ve taşıyıcısı olan sinirli, devasa bir Corinliyle karşılaştı. İşçi Bloklarında kamera sistemi veya hareket algılayıcılar bulunmazdı. Pis işleri kayıtlara geçirmenin gereği yoktu. Ya takip edilmiş, ya apartmanın içinde gözetlenmişti. Sevimli bir gülümsemeyle arkasını dönerek, neden burada olduğunu açıklamayı düşünürken kafasına yediği eski moda, sert bir darbe dünyasını karattı.

Dairenin kapısının açıldığını duydu hayal meyal. Çelik gibi kollar onu içeri çekerek, yüz üstü yere yatırdı. Kafasına dayanan Metal Storm eşliğinde uygunsuzca üzeri arandı. Dairenin tüm camları karartılmıştı; tek ışık kaynağı belli ki çok değerli olan ahşap masanın üzerindeki elmas lambaydı. Gözlerini aralayınca küçük dairenin ayrıntılarına hâkimiyeti arttı: yerlerde pahalı, üst üste serpilmiş kilimler, duvarlarda sessizce çalışan televizyon ekranları, içlerinde ne olduğu belirsiz, maun büyük dolaplar ve kırışmış, fazlaca kullanıldığı belli olan bir yatak. Yatağın üzerinde ise kollarını kavuşturmuş, sarışın, ince bıyıklı, yüzü yanık izleriyle kaplanmış mavi-gümüşgözlü bir adam: General Erich Muhsfeldt.

Odanın içindeki fedai elinde Gauss mermisi ağzına verilmiş silahıyla, sırtını duvara yaslamış, sapsarı Corinli gözlerini Marlen’in üzerinden ayırmıyordu. Belli ki göründüğünden fazlasıydı; iyi eğitimli bir katildi. Generalin sesini duydu: “Genellikle bir kadında sıkı bir kalçadan başka bir şey övmem ama itiraf etmeliyim: inatçı hatunsun.” Ayağa kalkarak Marlen’in yanına geldi ve diz çöktü. “Tahta göğüsler falan ama fena da değilsin. Benim ordumda olmalıydın, özel asistanım olurdun. Bol bol toplantı yapardık” Uzun saçlı fedaisi kısık bir kahkaha attı.

“Siktir git” dedi Marlen ellerini kurtarmaya çalışarak. General’in yaralı yüzü, genişçe bir gülümsemeyle büyüdü. “Söyle bakalım güzellik… Beni nasıl buldun? Ya da dur söyleme. O küçük fahişeyi bağırta bağırta itiraf ettirmek istiyorum. Anlarsın ya fantezi olayları. Sertlik benim için sorun olmaz amcacığım demişti. Umarım sözünün eridir”  Başıyla fedaisine işaret verdi. Koca muhafız elindeki silahıyla dikkatlice Marlen’in kollarını bağladı. Muhsfeldt bu sırada büyük maun dolaptan irice bir silah çıkartmıştı: Magen-2. Son savaşta kullanılmış bir antikaydı. Şimdinin lazer tüfeklerinin yanında, Corin’in geleneklerini yansıtan irice mermiler atıyordu. “İnsanda koca delikler açan şeyler bunlar” diye lafa girdi General ayağıyla Marlen’in göğsüne bastırarak. “Sana işkence yapmam gerekir aslında. Ses geçirmez duvarları da test etmiş olurum ama gerek yok. Sonuçta aynı gezegenin çocuklarıyız. Birbirimizi desteklememiz lazım değil mi?” Marlen, Generale tükürerek gözlerini kapattı. “Hainlerin merhametine ihtiyacım yok. Ne yapıyorsan yap. Olması gereken oldu, yapılması gereken yapılsın.”

General fedaisine müstehzi şekilde baktı. “Vaay… Oğlum Ramilov şu şovu gördün mü? Bu bence fazla film izlemekten oluyor. Güzellik, filmlerde kimse gerçekten ölmüyor, makyaj hileleri onlar. Makyajlarını silip evlerine gidiyorlar. Ama sorun şu ki” dedikten sonra silahın güvenlik kilidini açtı. “Sen gerçekten geberip gideceksin” Magen-2’nin MACH hızındaki kurşun atarının histerik hırıltısı Marlen’in kulaklarının dibindeydi.

Camlar aniden, büyük bir sesle patladı. Muhsfeldt başını patlayan pencereye çevirmişti ama artık çok geçti. General’in kafası, karpuz gibi ortadan ikiye yarıldı ve büyük hain askısından düşen bir ceket gibi yere yığıldı. Fedai hemen kendini yere atarak silahıyla pencerede mevzi aldı. “Yakala” dedi bir ses ve havada kendisine uçan küçük bir lazer silahının atıldığını gördü Marlen. Silah havadayken, kırık, hatta patlamış pencereden uzun boylu, iri yapılı, turuncu yüzlü ve türkuaz saçlı bir Corinli girdi. Fedai’nin üzerine atlayarak, sert bir tekme savurdu. İki dev Corinli birbirleriyle boğuşurken, Marlen sürünerek iplerinden kurtulmaya çabalıyordu.

Fedai, Türkuaz saçlı Corinliye sert bir omuz attı ve yerdeki silahına doğru atladı. Silahını ateşlerken, Corinli büyüklüğünden beklenmeyecek bir çeviklikle kendini sola attı. Çıkan gürültü sağır ediciydi, Metal Storm’un ona adını veren kükremesi loş odayı parlatmıştı. Bağlarından kurtulamayan Marlen, ayağıyla debelenerek ona atılmış silahı geri sahibine fırlattı. Corinli kendine atılan silaha atladı, akıl almaz bir hızla dönerek lazer silahını Fedai’nin göğsüne boşalttı.

Dehşetli bir sessizlik vardı. Geçmek bilmeyen saniyeler boyunca en küçük bir kıpırtı bile duyulmadı. Corinlinin yüzünde, bıkkın bir can sıkıntısı vardı. Çok sakindi. Kalbinin atıp atmadığı bile belli değildi.

"Sanırım dışarıda bir yerde gözcülük eden bir Elmas Muhafız vardır”. Cebinden çıkarttığı mendille yüzündeki kanı sildi. “Muhsfeldt’in buraya kimleri getirdiğini düşünürsek, hemen geleceklerini sanmam. Bir şeylerin ters gittiğini anlayana kadar burunlarını sokmazlar. En azından bir süre.” Marlen’in kasları seğiriyordu. İşinde iyi olduğunu sanıyordu ama yuttuğu zokayı henüz anlamıştı. Türkuaz saçlı Corinli… Marangozhane’deki bıkkın adamdı. “Nasıl diye sormak istiyorsundur tabi ama önce seni çözsem daha iyi olacak. Seni bağlayacaklarını düşünmem lazımdı” Corinli geldi ve Marlen’i çözdü. Eliyle kalkmasına yardım etti. “Direkt kapıdan girmek itiraf edeyim, yürekli bir hareketti. Dünyalılar cidden acayip oluyor. Ama bir dahaki sefere, benim yaptığım gibi yukarıdaki dairenin boş olabileceğini ve oradan merdivenle sarkabileceğini de düşün”. Elini uzattı. “Sanırım resmen tanışmadık. Jeetar Lai. Marangozhane dümenini yediğin için üzülme.” Marlen, Corinli adamın elini sıktı. “Anlıyorum sanırım. Dersimi aldım. Şu anda sadece ne kadar zamandır beni takip ettiğinizi anlamaya çalışıyorum.”

Corinli Jeetar Lai, usulca kapıyı açtı ve kendisini takip etmesi için Marlen’e eliyle işaret etti. Apartmanın arka kapısından çıktılar. “Buraya varabilmemin tek sebebi seni takip etmiş olmamız Marlen. Sen bizim yemimizdin.”

“Madem beni takip ediyordunuz, neden hayatımı tehlikeye attınız? Son Konsül seni daha önce de gönderebilirdi.” Jeetar Lai, başını hafifçe salladı. Yüzünde muzip bir ifade vardı. “Muhsfeldt’in dikkatini dağıtmak için. Bizim sorunumuz hiçbir zaman Generali bulmak değildi ki onu hazırlıksız yakalamaktı. Yerini defalarca bulmamıza rağmen bizden kaçmayı hep başarıyordu. Onun için Son Konsül’den bir avcıyı yakalaması, herkese vereceği büyük bir mesaj olacaktı. Açgözlülüğünü gördük. Seni arkasından bilerek, fark edilmen için yolladık. Konuştuğun fahişeden, tüm muhbirlerine kadar herkesi ayarladık. Bilirsin… Para koymadan ruleti döndüremezsin.” Marlen yıkılmış veya kandırılmış hissetmeli, hatta isyan etmeliydi ama içi tuhaf bir huzurla doluydu. Son Konsül’ün Corinli ajanları olduğunu hep duymuştu, ama bir tanesini yakından görmek, tanımak… İşte bu ilginçti. “Az önce benim için hayatını tehlikeye attın. Yani, seni izleyen yoktu. Muhsfeldt işimi bitirene kadar bekleyebilir, ondan sonra ekip çağırıp işini garantiye alabilirdin. İçeri bomba bile atsan, sana onur madalyası falan takılırdı”

Jeetar Lai, sivri dişlerini ortaya çıkaran enfes bir kahkaha attı. “Aslında Son Konsül’e küfür edip, bana saldıracağını falan düşünmüştüm. Siz dünyalıların başınızı derde sokan anlık tepkileriniz falan, bilirsin. Bizim slogan bir lafımız vardır, klişedir ama severim:  Görev, kılıçtan ağırdır.”

Tören Meydanına çıktıklarında müthiş bir kül sağanağı başlamıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.