Bir gazete, bir yoksulluk, bir ölüm.
Ölümle yaşam arasındaki çizgi çok ince, bunun farkındayım.
Elini bir kere çırp, o kadar. Bir kere burnunu sümkür, o kadar. Hapşır, o
kadar. Işığı aç, o kadar. Ölümün gelişi ve bitişi arasındaki vaktin bakiyesi
hepi topu bu kadarcık işte. Arkasından bıraktığı boşluk büyük, kabul. Çok büyük
olduğu için zamanla küçüldüğünü öğreniyorsun zaten. Buna hayatın devamı
diyorlar. Unutursan yaşarsın.
İlkokul 1’deyken sıra arkadaşım Orhan diye bir çocuktu.
Duvar kenarında, en arkanın 3 sıra önünde yan yana otururduk. Gözlüğünün
markası Valentino’ydu, böyle şeyleri unutmamak gibi huylarım var. Dayımı
saymazsam hayatımda canlısını gördüğüm kızıl saçlı ilk insandı. Çünkü diğer kızıllar hep televizyonda
yaşıyordu. Garip bir oğlandı. Çok konuşurdu. Beslenme dersinde yöresel
takılırdı: bişi, kavurma, çörek falan. Ellerini cebine sokma hastasıydı.
Bahçede ayakla ezilmiş teneke topu bile elleri cebinde oynardı.
Orhan arkadaşımın ellerini cepten 7/24 çıkartmaması yanında
bir özelliği daha vardı. PKK’lıydı. Nereden mi biliyorum? Kendisi söylerdi. Teneffüs
arasında veya boş derste, herkes öküz gibi bağırırken tahtaya çıkar ve şu
cümleyi kurardı: “Arkadaşlar ben PKK’lıyım!” Sonra da elini cebine koyardı. Biz
de Orhan’a 15 kişi dalar ve döverdik. Hatta dövmelerimizden birinde gözlüğü
yere düşmüş ve o hengamede ezilmişti. Bunu aslında herhangi bir “Terörle
mücadelede Allah polis ve askerimizin yar ve yardımcısı olsun” mantığıyla
yapmıyorduk. Eğlenceli olduğu için yapıyorduk. Orhan da pek halinden şikayetçi
değildi. Artık içinde ne fırtınalar vardı, neden böyle yapıyordu bilmiyordum,
hala da bilmiyorum. “Bazı
insanlar sadece dünyanın yandığını seyretmek ister.” meselesiydi galiba.
O yıl Orhan bolca dayak yedikten ama onun
dışında fena da olmayan bir öğrencilik sonrası sınıfı geçti. Ertesi döneme
kadar vedalaştık. Ben tatil için Fethiye’ye gidecektim, o ise Ankara’da
kalacaktı. Ertesi dönem başladığında Orhan okula gelmedi. Ne olduğunu açıklamak
Pazartesi günkü açılış töreninde müdüre düştü: “Çocuklar, 1-D sınıfından
arkadaşınız Orhan’ı bir trafik kazasında kaybettik. Başımız sağ olsun.”
Orhan’ın ölümüne dair ayrıntıları ise
öğretmenimizden aldık: “Ailesinin bana söylediğine göre Orhan’ı bir trafik
kazasında kaybetmişiz. Evlerinin hemen önünde kendisine araba çarpmış, sonra da
kurtaramamışlar.”
Orhan’ın ölümüne dair ayrıntıların
ayrıntılarını ise annesi okul aile birliğinde olan Levent’ten öğrendik:
“Evlerinin önüne gelen bir süt kamyonu varmış. Böyle arkasından tutunabilen
kamyonlardan. Ondan tutunurken, eli kaymış yola düşmüş. Hemen arasındaki araba
da çok yakınmış, Orhan’a çarpıp uçurmuş. Çarpan araba sonra basıp gitmiş falan
diyorlar. Böyle.”
8 yaşındayken beynin şimdikinin 3’te 1 falan
olduğu için ölüm, hayatın kaybı, vefat, hayatın sonlanması gibi şeylerin
üzerine düşünmüyorsun. Daha kabataslak; farkına varmadan vahşi bir kapitalizme
şiar hareketlerin oluyor: “Vaay, yoksa sırada tek başıma mı oturacağım artık?
Keyfe gel” diyorsun.
Sonra, sonra aradan yıllar geçti. Büyüdük. Ortaokuldayız.
Sınıfın kadrosu yine aşağı yukarı aynı. Kürtler yine Kürt, Türkler yine Türk.
Ortada PKK’lı olduğunu iddia eden bir Orhan yok. Orhan’ı fazla hatırlayan da
yok. Sadece aklımızın en arka kısımlarında sıkışmış kalmış, küçük bir parça
artık o.
“İş Eğitimi” diye bir dersimiz vardı. İki katlı okulumuzun
üst katındaki laboratuvarda yapılıyordu. Laboratuvar desen Hababam Sınıfı’ndaki
patlayan versiyonundan halliceydi. Ortalama bir sınıf büyüklüğündeydi; üstü komple
kapaklı dolaplarla kaplanmıştı. L şeklinde bir oturma düzeni vardı. İş Eğitimi
öğretmenimiz pek bir şey öğretmezdi. Sadece o zaman yeni çıkan cep telefonundan
eşi arardı, onunla öğretmenler masasının altında (evet altında) konuşurdu. Biz
de dalgamıza bakardık.
Ergenlikteki çocukları tahmin edersiniz. Tsunami etkisi. Japonca
“Liman Dalgası” anlamına gelen bu fenomende küçük akıntılarla başlayan birikmiş
enerji, tıpkı bir kasırga gibi giderek büyür ve üst üste binmeye başlar. Dalga
üstünde dalga oluştukça, dalgaların boyutu mega seviyesine ulaşır. Sonrası ise
büyük bir katliam. Bize de öyle olmuştu. Aklımıza sıcağın, terlemiş erkek
saçının, ödeneksiz okul bütçesinin sonucu temizlenmemiş laboratuvar tozunun ve
bolca ergenliğin bileşimiyle harikulade bir fikir gelmişti: Bulvar gazetesi
almak ve sınıfta okumak.
Bulvar Gazetesini nasıl bilirsiniz? Aslında nasıl bilirdiniz
demek lazım çünkü basımı durduruldu. Nasreddin Hoca’nın “bilenler bilmeyenlere
anlatsın” ekolünden gidersek, kendisi argo bir erotizmle bezenmiş münhasır bir
tabloid gazeteydi. İçinde bolca çıplak kadın fotoğrafı vardı. Bazen yanında
erotik CD’ler veriliyordu. Bulvar Gazetesinin, kendine özgü asıl özelliği ise
haberlerindeki metin yazarlığı tarzının günümüzde aşırı revizyon tarzına göre
sıra dışı kalmasıydı.
Örneklerle gidelim. “Döşetti Rahatlattı”. Haberin başlığı
buydu. Üstünde de bir boruya sarılmış yarı çıplak bir hanım. Haberin metni de
şu şekilde: “Yeni yetme manken Gökçe, evindeki boruyu beğenmeyince yeni boru
döşetti. Gökçe, ‘işçiliği çok beğendim’” ifadelerini kullandı.
Başka bir tanesini ele alalım. Başlık: “Sabaha kadar
yalattı”. Fotoğraf: En az 3 beden küçük bikini giymiş silikonlu bir yabancı
hanım. Haber metni: “Tatil için bu yaz da ülkemizi seçen Rus güzeli Elena
dondurma yalamaya doyamıyor. Özellikle Maraş dondurmasını çok seven Rus güzel
''Kendime hakim olamıyorum. Sürekli dondurma yalıyorum.'' dedi. Ayrıca Türk
erkeklerinin de çok yakışıklı bulduğunu belirtmeden geçemedi.”
Görevin içeriğini anladınız. Elena Hanım ve güzel
arkadaşlarının başından geçenleri takip etmek için Bulvar Gazetesi almak. Bunun
için önümüzde bazı engeller vardı. Gazete pahalı değildi, sanırım 75 kuruş
falandı. Majör sorunlarımız iki taneydi. İlki, 12-13 yaşındaki çocukların
erotik bir gazete alması büyükler tarafından pek sempatik görülen bir şey
değildi. İkincisi, okuldan kaçmak, gazeteyi almak ve okula geri getirmek için
aramızdan bir gönüllü bulmamız gerekiyordu.
Bu öyle bir gönüllü olmalıydı ki MI6 eğitimli bir
analizcinin soğukkanlılığına, KGB eğitimli bir anti-espiyonaj uzmanının
disiplinine ve CIA eğitimli bir saha ajanının yaratıcılığına sahip olmalıydı.
Kimi seçmeliydik? Kim bu görevi layıkıyla yerine getirecek
ve o kutsal emaneti hakkıyla alıp getirecekti?
Vedat Kolaylı’yı seçtik.
Yeni nesilde var mı bilmiyorum ama sanırım sınıflardaki
isim-soyadla anılan marka çocukların son neslindendim. Vedat Kolaylı
arkadaşımızın Afyon’daki aynı isme sahip dinlenme tesisiyle alakası yoktu (dava
falan açmasınlar şimdi). Türkiye’mizin güzide şehirlerinden DiyarBEKİR’den
nakille gelmişti. İlginç kısmı Orhan’ın vefatından hemen sonra, aslında onun
yerine katılmıştı sınıf mevcuduna. Sivas Kongresi’nin “her vilayetten 3 isim
seçilerek, teşkilat-ı milliye’ye tevhid olunmalıdır” tarzındaki bu olay sadece
tesadüf müydü hala şüpheliyim. Önemli de değil.
Vedat Kolaylı girişken bir arkadaşımızdı. Ben korkaktım,
diğerleri ise “aman başımız ağrımasın Rıza Bey” tadındaydı. Lakin Vedat Kolaylı
öyle değildi. Yanımıza çağırdık ve dedik ki “Bak oğlum, al sana para, karşıdaki
markete git 1 tane bulvar gazetesi al gel” sonra da ekledik: “Çok kolay iş abi.
Ver parayı al gazeteyi.”
Vedat Kolaylı’ya parayı verdik ve teneffüste karşıdaki
markete yolladık.Teneffüste okulun bahçesinden gizlice ayrılışı hala gözümün
önündedir. Kalabalıklar içindeki yalnızlık denir ya kitaplarda, öyleydi biraz.
Vedat Kolaylı, 19 dakika falan sonra geri döndü. Gözleri
parlaktı, yüzü terlemişti, adımları çabuk çabuktu ama elleri bomboştu. Biz tam
“Ne oldu oğlum, nerede gazete? Alamadın değil mi? Var ya ne korkak çıktın lan…Var ya adam sandık madan çıktın”
demeye hazırlanırken, arkadaşımız ceketinin içine sakladığı gazeteleri
çıkartarak yüzünde hakiki bir gururla bize gösterdi.
Evet. Gazeteyi değil, gazeteleri.
“Ne yaptım dedin abi bir daha söyler misin?”
Laboratuvarın kırık döşemesine bakarak cevap verdi. “AA…şimdi şöyle
oldu. Okuldan çıktım hacım, bastım yokuşta, marketin önüne geldim. Kestim
etrafı, gelen giden yok. Sokak bomboş"
“Ne güzel işte, gazeteyi alıp gelseydin işte. Bi boklar
olmuş. Ne oldu?” diye sorduk. Ben sormadım aslında, stresli anlarda ghost in
the shell olurum ben. Sorumluluk alamam, ezilirim. Sorumluluk alanların
omuzlarının üzerinden sessizce izlerim olan biteni.
“İçeri giremedim işte, utandım. Yani, o marketten
gerektiğinde annemiz babamız alışveriş yapıyor. Yemedi içeri girip almak. Ben
de kimse bakmıyorken, gazetelikteki 3 tane Bulvar’ı alıp kaçtım. 5 dakika
etrafta saklandım. Sonra da buradayım işte.”
Eğer bir Hollywood filminde yaşasaydık, sonraki sahne şöyle
gerçekleşirdi. Mesela diyelim ki beni Dev Patel (Türk filmi ise İsmail
Hacıoğlu) canlandırıyor, ayağa kalkardım ve hayvani abartılı şekilde şu cümleyi
kurardım: “Bir dakika…bir dakika dostum. Tekrar etmeme izin ver. Sen, şimdi
Bulvar Gazetesi almak için, üstelik elinde lanet olası parayla birlikte markete
gittin ve o kahrolası gazeteyi almak yerine, o kahrolası gazeteyi çaldın mı?”
Karşılık olarak o da artist bir cevap verirdi ve acayip bir karmaşa yaşanırdı.
Ancak bir Hollywood filminde değildik. Gerçekliğin o en saf,
en kütlesel, en sokucu versiyonundaydık. Ödümüz bokumuz karışmıştı. Hırsızlıktı
bu, boru değildi. Gazeteleri bir ders sonra geri vermekten başka çaremiz yoktu.
Geri verdiğimiz market muhtemelen bizi dövüp, sonra da ailelerimize falan haber
verecekti. Belki bir ihtimal, ailelerimize haber vermeseler işten
yırtabilirdik. Alt tarafı 3 tanecik gazeteydi işte. Cevizin kilosunun 100 TL
falan olduğu zamanlarda, 3 tane gazete çalmak belki bir ihtimal baklava
çalmaktan daha makul görülebilirdi.
“Pirus Zaferi” planımız özetle şuydu: Derse girecektik, 40
dakika geçecekti ve bitecekti. Sonrasında markete çaldığımız gazeteleri
verecektik. Bu kadar. Önümüzde 40 dakika varken ve öğretmenimiz bedenen derste,
“kafaen” kocişinin yanındayken biraz Bulvar gazetesine bakmaya heveslendik.
İtiraf edelim beyler, üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla “Bıyıklı Türk
erkeklerini çok sevdik. Öpüşürken dişlerimiz fırçalandı” manşetinin
çekiciliğine dayanabilecek çok erkek yoktu.
Çok değil, 10 dakika sonra kapı sertçe çaldı. Öğretmenimiz
kocişiyle konuştuğu masanın altından aceleyle çıktı, “girin” dedi. Önce müdürün
tepesi açık, yanları 5 numara kesilmiş eğitimci saçını gördük. Arkasından da 2
tane resmi kıyafetli polis memurunu.
“Bir şikayet için arkadaşlarla görüşmeye gelmiştik de hocam”
dedi polislerden daha yaşlı olanı. Sınıfta ya olayın şokundan herkes donmuştu
ya da topluca subzero’nun buz saldırısına uğramıştık. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Herhangi biri ellerini biraz birbirlerine sürtse, havadaki gerilim yüzünden
sınıftaki 30 kişiyi çatır çatır elektrik çarpardı.
Müdür Bey bize döndü. “Beyler bizimle yukarıya kadar gelin
bakalım. Bazı sıkıntılar varmış.” Bakışları benim, 2 arkadaşımın ve Vedat
Kolaylı’nın üzerindeydi. Ayağa kalktık, ayağa kalkarken sessizliği
kalktığımız sıranın yere sürtünme sesi bozdu. Arka arkaya dizilerek sınıftan
dışarı çıktık. Yaşlı polisin bir eli omuzmdaydı; ağır ve nasırlıydı.
Avuçlarındaki çizgileri sıcacık ışık huzmeleri halinde omuzlarımda hissediyordum.
Yanındaki polise söyledikleri ise arkadan kafama inen ve kafamı patlatıp
pembeleşmiş beynimi etrafa saçan bir kasap balyozu gibiydi: “Merkezi arasana
bir araç göndersinler işlem yapmak için”
Müdürün değil, müdür BAŞ yardımcısının odasına alındık. Oda,
klasik bir müdür baş yardımcısı odasıydı; müdür olabilmek için torpili yok ama
öğrencilerin üzerinde tatlı sert otoritesi olduğundan sistem içinde önemli
birisi. Beş benzemez mobilyaları vardı; dolap, masa, çekmeceler ve
sandalyeler. Hepsinin üzerinde toz, hepsinin üzerinde üstü üste dizilmiş mavi
klasörler. Hepimiz sandalyelere oturtulduk. Bize dediler ki hakkınızda şikayet
var. Bir arkadaşınız gazete çalıp okula getirmiş. Kollarımız önde bitişikti.
Dilimiz döndüğünce olayları anlatmaya çalıştık. En sonda da Vedat Kolaylı
konuştu. Suçu üzerine aldı. “Bir anlık heyecana kapıldım, kapıp kaçtım. Cezama
razıyım” tarzı karakol ifadelerinde zorla yazdırılan cümleleri kurdu.
Nedendir bilinmez, marketçi şikayetini geri almıştı. Biz de
müdür BAŞ yardımcısından yediğimiz “tatlı sert” uyarı sopasıyla ve tabi
gazetelerin parasını vererek kurtulduk. Derin bir nefes verdik. “Ne maceraydı
aga” dedik.
Aradan 10 seneden fazla geçti. Ne Vedat Kolaylı’yla tekrar
görüştüm ne de başkasıyla. Hande Yener’in dediği gibi: “Sen
yoluna, ben yoluma” Ama Vedat’tan haber de aldım sıkça. Bağlama ve saz öğretmeni
oldu. En son Çankaya Belediyesi'nin Halk Eğitim Merkezinde çalışıyordu. Yolda görsem de tanırım çünkü
Facebook’tan takip ediyorum. Öyle dramatik karşılaşmalar kalmadı sosyal medyadan sonra
hayatta.
Yakın zamanda ölümle tekrar yüzleştim. Babaannem vefat etti.
Cenazesi Karşıyaka Mezarlığında defnedildi. Kalabalık, karmaşa, ağlayanlar,
memnuniyetsizlik, sıralanan teamüller falan... Cenazeyi defnederken, uzakta bir
mezar taşı dikkatimi çekti. Oraya doğru yürüdüm. Üzerindeki isim tanıdıktı:
Orhan.
Mezarına uzunca süre baktım. Taşı yıpranmışlıktan sararmıştı. Bakımsız değildi ama Anıtkabir de değildi. Üzerinde yabani otlar
bitmişti. Belli ki susuz kalmıştı üstündeki toprak.
Kendi kendime şöyle düşündüm, yüzümde “buruk” bir
gülümsemeyle…
Hayatta olsaydın acaba Referandum’da ne oy verirdin Orhan’cığım?
Yorumlar