bir tur daha



Çok etkilendiğim bir Superman hikayesi var.

Hikaye şu, Superman ve uzatmalı sevgilisi araştırmacı gazeteci Lois Lane'i biliyorsunuz. Bir gün bazı olaylar sonucunda Lois Lane ölüyor ve Superman buna engel olamıyor. Çok sinirleniyor; inanamıyor, geldiği gezegende yarı tanrı gibi bir şey olduğu için gücünün bir şeye yetmemesine imkan vermiyor. Deliriyor. Hemen atmosferin dışına uçuyor ve dünyayı döndüğü yönün tam tersine bir tur döndürüyor. Bunu yaptığında dünya bir gün geriye gitmiş oluyor ve Lois Lane henüz ölmemiş oluyor. Ancak sorun şu ki bunu her gün yapmak zorunda kalıyor çünkü Lois Lane günün sonunda bir şekilde ölüyor. Superman mutlak kaderi durduramıyor, kaçamıyor, sonuçlarına da katlanamadığı için her gün aynı acıyı yaşamak zorunda kalıyor.  

Sonra bir gün böyle olmayacağını anlıyor. Lois Lane ile vedalaşıyor. Böylesi belki de daha iyi diyor. Çünkü biliyor ki bazen olması gereken olmalıdır. Yaşanması gereken yaşanmalıdır. O günden sonra başka bir kişiye dönüşüyor.

Hayatta hiçbir şey malum olmuyor. İçine doğmuyor. Alınması gereken kararlar var, bunların sonuçları kesin değil ve yaşanacak bir tane yaşam var. Geriye dönüş yok, save yok, kapatıp yeniden açmak yok. Kader varsa vardır, yaşanması gereken bir şekilde yaşanır. Yanlış kararı verdin mi vermişsindir.

30 yaşını doldurduğumdan beridir hayatım üzerine daha fazla düşünüyorum. Eskiden düşündüğümü sanıyormuşum, meğerse o kadar da düşünmüyormuşum. Nasıl bir hayat yaşadım, ne kadar iz bıraktım, kendim için doğru şeyleri mi yaptım yoksa genelde kötü kararlar mı verdim türü şeylere endişelenip duruyorum. İçimde muhtemelen hepimizin içine vaktinde çoktan ekilmiş olan fikir, tohumundan çıktı ve bir çiçeğe dönüştü: "Bugüne kadar yoksa boşuna mı yaşadım?"

Eskiden büyük hikayeler yaşayanlara özeniyordum. Aslında özendiğim o hikayeden sonra, o hikayeden kahraman olarak çıkmış kişinin anılarını mağrurca anlatmasıydı. Arkadaşlarımın, akrabalarımın başından geçen şeyleri anlatmasına bayılırdım. Sessizce bir köşede dinler, kendimden geçerdim. Anlattıkları hikayelerde kahraman ben olurdum, o olaylarda sürüsüyle kararlar verilirdi, zirve anlarına çıkılır ve duygusal boşalımlarla bitirilirdi. Bunlar benim için 5-10 dakikalık zaman geçirmelik anlatılardan çok daha fazlasıydı. Tatmin oluyordum, zevk alıyordum. Gece yatağıma yattığımda, kafamı yorganın altına çekiyor; o karanlıkta hikayeleri tekrar tekrar yaşıyordum.

Kendi hayatlarımızın süper starları olmadığımızı anlamak çok pislik bir şey.

Zamanla kendi hikayelerimin tatsızlığının farkına vardım. Önce anlam veremedim. Garip geldi. Şans dedim, herkes annesinin karnından kahraman doğmuyor dedim. Sonra, daha dikkatli bakınca ve yoğunlaşınca, mesele kantin tostlarının şeffaf kaşar peynirleri gibi inceldi: Öteki tarafı görmeye başladım. Sanki fotoğraf makinesinin objektifini sağa sola çevirirsin de görüntü netleşir ya, realite öyle yavaşça netleşti.



Mesele daima cesaretle ilgiliydi.

Peki nasıl bir cesaretti bu? Filmlerdeki gibi değildi. Sevdiğimiz insan için arabanın altına yatmaktan ya da İkinci Bahar dizisinde Ali Haydar Ustanın üvey oğlu Ulaş için kurşunun önüne siper olmasından daha zorlu bir cesaretti bu. Biraz kendimizi arayışımızla, biraz her şeyi kontrol edemeyişimizle ve yüz üstü bırakılmayı göze almakla ilgiliydi. Kazanmayı hak etmek için kaybetmeyi göze almaktı tüm mesele. Olay Ali Haydar Ustanın üvey oğlu Ulaş için kurşunun önüne atlamasında değildi, "Kurşunun önüne atlamak kolay. Ya kurşun bana değil de Ulaş'a isabet eder ve kafası oracıkta patlarsa?" ihtimaliyle yüzleşmekti. 

Çok fazla kaybedince kaybetmeyi öğrendiğimizi sanıyoruz. Bu aslında her şeyde öyle, herhangi bir şeyle çokça yüzleşmenin bize ona dair her şeyi öğrettiğini dair anlamsız bir özgüvenimiz var.

Tango ile uğraştığım ilk zamanlarda iğrenç bir dansçıydım. Zaten normalde düz yolda yürüyemiyordum, müziğin vuruşları ile uyumlu şekilde yürümeyi katiyen başaramıyordum. İnsanlarla temas konusunda sıkıntılarım vardı, sapık değildim ama birisine temas ettim mi kalbim 150 bpm falan atıyordu. Geriliyordum. Ellerim terliyordu. Sonra o teri üzerime siliyordum ve sildiğim yerde ıslaklık izi kalıyordu. 

Dansta hayran olduğum bir kız vardı. Yabancı erkekler kız için türkçe falan öğreniyordu. Fotolarının altına "inanilmaz" yazıyorlardı. Sohbetimiz var yok gibiydi. Beni zararsız görüyordu sanırım, bilmiyorum. Bir kere "Sen sanki hiç kimseyi yargılamıyor gibisin" demişti. Dansta bir türlü onun seviyesine ulaşamıyordum. Hafta sonları dans geceleri düzenlenirdi. Genelde gitmemeyi tercih ediyordum. Benim için çok kalabalık, çok banaldı. Gürültülüydü, fazla kişiyle tanışıyordun, kendini sürekli göstermen ve yüksek sesle konuşman gerekiyordu. Terlemiş saçların yoğun kokusu, öksürenler - aksıranlar, sigara içenlerin havaya üfledikleri ve kaybolana kadar gözlerimi alamadığım dumanları vs... Tatsızdı.

Hayran olduğum kızla dans etmek için dans gecesine gitmem gerektiğinin farkındaydım. Fazla düşünmediğim bir hafta sonu bastım gittim dans gecesine. Girdim içeriye, kız oradaydı. Bir süre uzaktan izledim, sonra beni gördü el salladı. Ben de ona el sallayıp, gülümsedim ve hafifçe başımı öne eğdim. Neden başımı eğdim, saçma bir fazlalıktı diye endişe ettim.

Neyse dedim, neyse. "Takma kafaya abi ya" kalıbını kullandım kendimi iyileştirmek için.

Cesaretimi topladım. Hayır muzaffer bir komutan edasıyla değil, rezil olmayı göze alan bir bilge edasıyla... Tuvalete gittim, saçımı ıslattım, düzelttim. Belki koltuk altım kokuyordu diye peçeteyle sildim, ağzımı çalkaladım, gömleğimi pantolonumun içine daha düzgün koydum. Kemerim hafif sağa kaymıştı onu tam merkeze aldım. Derin bir nefes çektim içime, kız 2-3 arkadaşıyla birlikte bir kanepede oturmuş laflıyordu. Yanına gittim, "Merhaba, nasılsın..." diye girdim konuya.

Sonra dans edelim mi dedim. Tabi istersen yumuşatmasıyla beraber yani. "Aaa... olur" dedi. Sahneye çıktık. Tek başımıza değil elbette dans etmek isteyen diğer çiftlerle beraber. O kadar da film gibi değil hayatlarımız. Müzik çaldı, bu sefer bir şekilde her şey yolunda gitti. Müziğin ritminde sihir vardı. İlk kez, hadi ilk kez demeyeyim nadir anlarda gerçekleşen uyum gerçekleşmişti bir şekilde. Elim doğru pozisyondaydı. Adımlarım doğruydu, bakışlarım, ezgiyi hissetmem, dansı anlamam ve yorumlamam tam ideal noktadaydı. Müzik bitti, kavuşan ellerimiz ayrıldı ve aramızda çok acayip, çok güzel bir enerji oluştu; hani aynı anda gülümsediğin sessiz duygu ortaklığı anları vardır ya, hah işte ondan gerçekleşti demek isterdim ama bu yalan olurdu.

Hayatımda bir kere bile dans gecesine gitmedim. Ara sıra Facebook'ta dans gecelerinin fotoğraflarını beğendim. Bazılarına hasetlendim ve zoomlayarak tek tek herkesi inceledim.

Şimdi olsa, bu sefer belki gerçekten cesaretimi toplardım ve bunları yapabilirdim. Sonuç kötü olurdu. Belki de iyi olurdu.

Onun yerine o vakitler yeni aldığım oyun konsolumu açmıştım. En sevdiğim oyunu çalıştırmış ve geçemediğim bölümü bir kez daha denemiştim.

Çünkü oyunlarda başarısız olduğunda bir tur daha oynama hakkın oluyordu.


Yorumlar

HuysuzKuzu dedi ki…
''Eskiden düşündüğümü sanıyormuşum, meğerse o kadar da düşünmüyormuşum^^ 30dan sonra düşünmelerin içinde kabullenmeler daha çok yer alıyor orası net. Seni senelerdir okurum. Çok sık yazdığın o fi tarihinden beri, bu yazında birşeyler beni seneler önce seni okuyan bana taşıdı. Yaşlandıkça insan geçmişini ve olduramadıklarını daha çok didikliyor, şimdiki aklı ile düşünüp o zamanki aklıyla yapamadıklarına/yapmadıklarına bileniyor ki bu da aslında o zamanki kendine büyük haksızlık. Ben de mütemadiyen haksızlık yapıyorum. Ama keşke orası öyle değil de böyle olsaydı. Süpermen'in benim de sen yazınca hatırladığım o bölümü veyahut Kelebek Etkisi gibi olacaktı, ya da olmayacaktı. Kadere inanıp huzur bulmakla inanmayıp kendini yemek arasında mütemadiyen gidip geliyorum..
miracsaral dedi ki…
@HuysuzKuzu: Şu anda ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum. Her şey bir anda toplandı beynime :D
samratochoa dedi ki…
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

Bu blogdaki popüler yayınlar

gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.