Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

13

Gulyabani filminde Arap Bacı'yı canlandıran merhume Yasemin Esmergül kadar olmasa da o meşhur tekerlemedeki gibi ben de sıkça camdan bakıyorum. Vakitsizce bakıyorum üstelik, yaşamın kendisine ara verdiğim küçük kaçıssal anlarda bakıyorum: gece çişe kalktığımda, sabah titrek ellerle gömleğimi iliklerken veya çorabımı giyerken veya babam perdeleri kapattırdığında göz atıyorum dışarıya. Ve hep aynı şeyleri görüyorum: Pencereler. Işıklı, ışıksız, Bill Gates'e ilham veren, içinde sonsuz ve garip yaşamlar barındıran pencereler. İçimi büyük bir merak kaplıyor ve şunu düşünüyorum: Acaba onlar da flüoresan veya normal sarı ışık altında gölgeleri parkelere vururken benimle aynı şeyden mi endişeliler?

12

KÜL YAĞMURLARI Kül yağmurları henüz yağmamıştı, ama bulutların -her zamanki gibi- sararmasından belliydi; fena bastıracaktı. Havada yüklü bir gerilim, yeni şeylere gebe bir enerji vardı. Yaşı belirsiz, ince bir karartı Işıklı Bahçelerden Tören Meydanına geçerken devasa elmas heykellerin; bu kömür gezegeninin yüce atalarının gözlerini üzerinde hissediyordu. Kayala, kömür oğul…   Aguna, ateşi getiren… Kathuriya, ateşi yontan… Tikşna, ateşi susturan… Kartanakari, taşı kesen... Birazdan hepsi ilahların da yardımıyla canlanacaklar, elmas muhafızlara haber vereceklerdi sanki. Tören Meydanını çepeçevre saran duvarlarda Elmas Şehir’in mutlu halkının, mutlu yaşamları vardı; kâh görkemli caddelerdeki külleri temizleyen işçi insanlar, kâh elmas ocaklarını işleten demir ustaları ve tabi yüce; her şeye kadir, hikmetinden sual sorulmaz taş kesicilerin o üstten bakan, gümüşi gözleri. Hala tek damla kül yağmamıştı. Lakin yakındı, külün kesif kokusu gelmişti. Çok geçmeden bulutlar pat

11

Resim
7 NEFES Elimdeki LED ekrana tekrar baktım. Şeffaf ekran parıldayarak sessizce çalıştı ve nano görüntü göz bebeklerime nüfuz etti. Bu bugün 4, toplamda da 48. seyredişim falan olacaktı. Kare kare ezberlemiştim, sevmiştim ve verdiği umut yüzünden buraya gelene kadar defalarca izleyip durmuştum. Prof. Dr. Bülent Ayder’in hologramı kuğu gibi boynuyla, kel kafasıyla ve 1.dereceden arkeolojik eser statüsündeki çerçeve gözlükleriyle karşımdaydı. Bu programın yaratıcısıydı. Klişe bir deli-dahiydi. Genizden konuşmasıyla meşhurdu: “Ölümsüzlüğü bulamamıştık ama çok yaklaşmıştık. İnsan ömrü ortalama 120 yıldı. Açlığı yenmiştik, bulaşıcı hastalıkları yok etmiştik, insanlar doğmadan önce genetik müdahale yapabiliyorduk. Savaşmıyorduk, üretiyorduk ve paylaşıyorduk. Homo Perfectus’a ulaşmak üzereydik.” Hoş asistanı Profesörün üzerindeki beyaz önlüğü alarak, füme; şık bir ceket giydirdi. “Ancak işler hesaplayamadığımız şekilde ters gitti. Yaşamın tadını alamayacak kadar kusursuz bir

10

Resim
Bilen bilir -bu kalıbın hastasıyım- The National isimli amerikalı bir indie grubu var. Varlıklarını geç farkedenler üyelerinden olduğum için ancak son 15-20 gündür kendileriyle haşır neşirim. Güzel şarkıları var. Yukarıdaki pozu, daha doğrusu ekran görüntüsünü 2014'te Sidney'de verdikleri bir konserden aldım. Konserin sonunda seyircilerle birlikte hep bir ağızdan şarkılarını söylüyorlar ve selamlarını verip gidiyorlar. Kırmızı daire içine aldığım elemanı ise tanımıyorum. Kendisine yakışmayan bıyıklarıyla İstanbul'u işgal ettikten sonra küstahça konuşan artist İngiliz subaylarına benzemekten başka vasfı var mı, herhangi bir fikrim yok. Mesele şu ki kırmızı daire içine aldığım bıyıklı elemanı olağanüstü derecede kıskanıyorum. Çünkü ülkesinde bombalar patlamıyor, otobüs durağında parçalanarak ölmek gibi herhangi bir endişesi yok. Annesinden "Bugün dışarı çıkmayın oğlum, sokaklar tehlikeli" tarzında cümleler duymuyor. Hayatını yaşayıp gidiyor işte.

9

Heat filmini seyretmiş her bireyde olduğu gibi benim de içimde iflah olmaz bir "masa başı sohbetçisi" var. Böyle, güçlü bir karakterle karşı karşıya oturacaksın ve kendinden çok az ödün vererek çatır çatır sohbet edeceksin. Doneler, akıl oyunları falan havalarda uçuşacak. Bütün cümlelerin %1000 anlam ihtiva edecek. Mecazlar bardaktan taşacak. Bomba gibi olacaksın ya özetle. Bu aralar canım yine Heat'teki Al Pacino ve Robert De Niro arasındaki meşhur kafe sahnesinde olduğu tarzda sohbetler çekiyordu. Paylaşacak kimseyi bulamayınca buraya yazmak istedim. Şimdi. Konumuzun adı Leonardo Di Caprio. Adamı artık hepimiz tanıyoruz değil mi? Oscar Boy. Ben de tanıyorum, hatta tuhaf ve absürt tesadüfler sonucu BAYA iyi tanıyorum. Basketbol Günlükleri'nden, özürlüyü oynadığı What's Eating Gilbert Grape'e ve tabi Inception'a, olmazsa olmaz Zindan Adası'na kadar 30 filmini seyrettim. Youtube'dan katıldığı programları izledim, Instagram'dan fotoğraflar

8

Hayalet sözcüğü acaba, ölü bedenlerinden kopan ruhlardan daha öte anlamlara mı sahip? Belki de İrem'in aslı "Hayal Et Sevgilim" olan ancak güzide halkımızın "Hayalet Sevgilim" şeklinde anladığı şarkının doğru ismi gerçekten de Hayalet Sevgilim'dir? Kurulan hayallerin, yani hayal ederken düşündüğümüz şeylerin hep ışıksız, loş veya karanlıkta yaşamaları dikkatinizi çekmez mi hiç? Hayallerimiz neden bu kadar siyah? Gerçek anlamıyla. Bazen aklıma çok güzel fikirler geliyor. Ama devamı gelmiyor. Aklım paramparça hayaller müzesi. Paramparça hayallerin adına hayalet deniliyor olamaz mı? Hayal ölünce Hayalet oluyor. Mantıklı.

7

Hiç bir çocuğun göle (havuza, denize vs) taş atmasını seyrettiniz mi abi? Mutlaka seyretmişsinizdir. Bu proses bana ilginç şekilde şiirsel gelir. Sanki hayatın anlamını bu vasıtayla çözebilirmişim veya çok sağlam çıkarımlar yapabilirmişim gibi. Enteresan. Göle taş atan bir çocuk genellikle küçük taşlar atarak başlar macerasına. Yerde bulduğu çakıl taşlarını olabildiğince uzağa fırlatmaya gayret eder. Ardından taşların boyutu büyür ve suya çarpan taşların çarpma sesi değişir. Baştaki küçük, kendi halindeki "şıpırdamaların" sonu gelir. Yerini çocuğun etrafta bulabildiği en büyük kayayı seçerek göle fırlattığındaki o "lap" sesi alır.  Bizim hayatlarımız işte bu lap sesi ve batışın arkasında bıraktığı küçük köpüklerdir.

6

Geçen gün arkadaşlarla The Revenant ve The Martian hakkında tartışırken (yani kendi kendime bu iki filmi mal gibi düşünürken) konu dramatik yapılarındaki eksikliklere geldi. Yani...Biliyorsunuz meseleyi. The Martian'daki herkes MUHTEŞEM insanlardı ve süper uyumlulardı. Mesela kahramanımız Mark Watney'i Mars'tan kurtarmak için zaten 500 gündür falan uzayda olan ekibi tekrar geri dönmeyi ve 300 gün daha yol yapmayı güle oynaya kabul ediyorlardı. Halbuki "aranan" dramatik yapıda, Watney'i kurtarma kararı almak için uzay gemisinde yapılan toplantıda elemanın teki ayağa kalkmalı ve "Herkes kendi bacağından asılır kardeşimmm. Başlarım Mark'ınıza!" tarzı bir yaklaşımla oyunbozanlık yapmalıydı. Vücut ve beyin ister istemez bunu talep ediyordu izlerken. Hatta eminim, ben de dahil bazı "1,5 tl farkla büyük seçim ister misiniz?" tayfa filmin sonuna kadar Mars'ta uzaylılara dair bir şey çıkmasını bile beklemiştir. Peki beklediğimiz

5

Artık her şeyin ne kadar UZUN olduğu hakkında hemfikiriz değil mi? Eskiden ortalama bir aksiyon filmi 90 dakika sürüyordu, şimdi 2 saati devirmeyen Whiplash dışında film hatırlıyor musunuz? Dizilerin hükümranlığıyla geçen 2000'lerin ikinci yarısının görsel sanat üretim kıstasları sinemayı bu şekilde etkiledi maalesef. Dizilerin bereketli süreleri sayesinde karakterlerini derinleştirmeleri, izleyiciler olarak bu derinliğe alışmamız ve talep etmemiz zamanla sinemaya da sirayet etti. Derinliği olmayan hiçbir karakter bize sahici gelmiyor.  "Old school" macera anlatıcılığı ölüyor mu? Sorumuz bu. Clive Cussler'ların, Tom Clancy'lerin, James Patterson'ların, Wilbur Smith'lerin, John Grisham'ların sürüklediği kocaman bir türün sonuna geldik mi?  Dünyayı yok etmek isteyen kötü adamlar, nükleer bombalar, aşırı güzel kızlar ve mega tesadüflerle ilerleyen anlatımların artık alıcısı yok mu?  Uzun bir süre filme çekilmesi için özellikle yazıldığı kab

4

Zamanla herkesin sorunu vardır. Bu küçükken teneffüsün hemen bitmesi, 28 yaşındayken de kendini 48 yaşında falan hissetme şeklinde tezahür ediyor. Bir şekilde zamanla mücadele ediyorsun işte. Geçmişiyle ayrı, şimdiki zamanıyla ayrı, geleceğiyle de ayrı üstelik. Hepsi de tek başlarına boktan, bileşik şekilde çok daha boktan şeyler. Ama bazen, zamanın ötesinde insanlara tanışıyorsun. Zamanın içinde gezebiliyorlar. Tıpkı Alex gibi. Klasik spor eğrisini bilirsiniz. Diyelim ki Şampiyonlar Ligi'ni 20 yıl önce kazanan takımla(Ajax) bu sezonun sıkıcı Fenerbahçesi karşılaştı: Fenerbahçe 5'e yatırır. Çünkü oyun daha çok hızlanmıştır, yeni taktik anlayışları gelişmiştir, bireysel atletizm farkı vardır vs. Bu topraklara bunun istisnası Alex de Souza adında bir oyuncu geldi. Hızlı değildi, çabuk da değildi. Kafa topu alamazdı, sol ayağı iyiydi ama eşsiz falan da değildi. Türkiye'ye ondan daha değerli Ricardinho'sundan, Lincoln'üne kadar en az 10 oyuncu gelmiştir.