Kamp-üsistan






13-14 yaşlarındayız, liseye başlamadan hemen önceki yaz mevsimindeyiz yani. Beni ve en yakın arkadaşım Can’ı, İzmir Çeşme’deki bir gençlik kampına gönderiyorlar. Daha doğrusu minör torpilin ilk örneğiyle, aslında öğretmen vs bürokrat çocukları için ayarlanan kampa, alakam olmamasına rağmen ben de katılıyorum. Kampın yeri Çeşme’nin biraz tepesinde ama denize sıfır. Mavi bayraklı plajı var, Shawsankvari dar ama temiz odaları var. O odaların içinde de bir sürü oğlan ve kız var. Herkesin ve her şeyin tarz olduğu bir ortamın içindeyim. Fen liseleri, Anadolu Liseleri, Kolejler havalarda uçuşuyor. Herkes zeki, herkes güzel. Herkes havalı. Ya daha doğrusu değiller de işte benim için; henüz neyin gerçekten iyi neyin gerçekten kötü ayrımını yapamayacak toyluktaki bir pre-ergen bir oğlancık için öyleler. Kendimi daha ilk günden bok gibi hissediyorum. Üstelik o yaşlarda bok bile diyemiyorum annem kızıyor. Kaka veya büyük abdest diyebiliyorum en fazla.

İlk gün, kampa normalden geç katılmak zorunda kalıyoruz çünkü otobüsü kaçırıyoruz, dolmuşları bulamıyoruz. Dolmuşu buluyoruz, içinde cüzdandan fotoğraf makinesine ve hatta biletlere kadar her şeyin olduğu siyah çantamızı kaybediyoruz. Ben Martı Kafe diye bir şeyin önünde, beşinci kalite asbestten falan imal edilmiş delta bir sandalyenin üzerinde beklerken (tepede güneş), Can kahraman oluyor; çantamı en son dolmuşa binip ana durağa giderek kurtarıyor. Seviniyoruz.

Akşama doğru kampa varıyoruz. Millet yemeği yemiş, öyle etrafta takılıyorlar. Birazdan “diskoya” geçeceklermiş. Bizi odamıza götürüyorlar. Odada bizim dışımızda iki oğlan daha var. Birisinin baya kocaman memeleri var. Hayatımda kilo sorunu olmuş birini ilk kez görmüyorum ama bunu sorun eden bir insanı ilk kez tanıyorum. Ortaokulda vardı bunlardan ama “naber lan dombili?” derdik geçer giderdi. Bu farklı. Üzülüyor ve sarkmış memeleri görünmesin diye tişört giyiyor. İkinci arkadaş uzun boylu, saçlarını babası zorla 3 numaraya vurdurmuş. Çok iyi basket oynadığını iddia ediyor. Kendi halinde, ince uzun beyaz Ersan İlyasova formatında bir tip. Sanırım okul takımında falanmış. İyi oğlanlardı ama fazla konuşacak şeyim yoktu. Tanımadığın biriyle ne konuşursun ki? Bin yılın sorusu işte.

Akşam yemeğinin son demlerinde yemekhaneye iniyoruz. Yurt tarzında metal yemekliklerimizi alıp sıraya giriyoruz ve “türlü” denilen yemeği ve yanında acayip acayip şeyleri yiyoruz. Kalori anlamında fazla bir şey alamadan, kendimizi yanında verilen elmaya vererek yemekten kalkıyoruz Can ile. Yemekhanenin hemen başında yan yana dizilmiş lavabolar var, orada ellerimizi yıkıyoruz ki ben genelde pek el yıkamam. Mikrop nedir bilmiyorum. Gözle görünmüyorsa bir şey, o şey temizdir bence.

Sonra da sosyalleşme olayına başlıyoruz: “Merhaba beyler, hoş geldiniz” diyor 3-4 kişilik bir grup. İçlerinden 1 tanesi gözlüklü bir kız ama inek gözlüğü değil, kafayı kıranların taktığı dikdörtgen çerçeveli, siyah gözlüklerden.

“Hoş bulduk” diyoruz. Can daha iyi söylüyor ama ben de aradan söylüyorum.

Sonra o dünyanın en mühim, en önemli, en hayat belirteci şeyi soruyorlar büyük puntolarla: “Kaçlısınız?” Cevap veriyoruz ve pek tabii ki hangi ay olduğu bilgisini de ekliyoruz. Eylül’de doğmakla Mayıs’ta doğmak arasında acayip fark olduğu yaşlardayız. İnek gözlüğü değil, kafayı kıranların taktığı dikdörtgen çerçeveli, siyah, "Memetali Bey" gözlüklerden takan kızımız klişeyi yapıştırıyor Can’a: “İkizler ha? İkizler değişken olur. Kuzenim de ikizler, çok delidir”. Bana dönüyor: “Başak erkekleri leştir” düsturu henüz yerleşmediğinden, yüzünde ekşi bir küçümsemeyle “Başaklar çok titizdir ya…Temizlik hastası hepsi. Mesela annem.” cümlesini kuruyor. O yıllardaki temkinsizlikle “Ben temiz falan değilim ya. 50 gün aynı çorabı giydiğim olur” diyorum.

“Nereden geldiniz, hangi okul?” diyorlar. Cevap veriyoruz. Can veriyor, ben de sessiz kalarak onaylama taktiğine başvuruyorum. “Siz neredensiniz?” diye soruyoruz. Hepsi aynı okuldanmış. Bize ufak bir kamp turu attırmaya karar veriyorlar. Yemekhane’nin önünden, tepe gibi bir yere çıkıyoruz. Güneş batışa 5 kala kızıllığına geçmiş. Otlarla kaplı, tüm kampı yekpare görebilen HDR özellikli tepeye oturuyoruz ve biraz daha sohbet ediyoruz. Can müthiş özelliklerini tek tek sıralarken, en sona en yeni ve taze olayını sokuşturuyor: “Ya işte bir süredir kemanla uğraşıyorum. Çabuk öğrendim diyebilirim.” Ben de kemanlar hakkında bildiğim tek şeyi söylüyorum el mahkum: “Keman yaylarının at kuyruğundan yapıldığını duymuştum. Bunun için özel at çiftliği mi vardır sizce?” Eh işte tarzında bir bilgiydi. “Sanmıyorum. Normal at çiftliklerindeki atlardan buluyorlardır” şeklinde cevap veriyorlar. Sonra Can giriyor olaya: “Bu arada isterseniz biraz keman çalabilirim. Tabi herkes okey derse”

“Okey” diyorlar. Hatta, bunu Disko denilen toplanma merkezinde yapmaya karar veriyorlar. Can ile odaya gidiyoruz. Kemanı alıyoruz. 5 dakika akort falan kasıyor Can. Sonra oda arkadaşlarımızı da alarak Disko’ya doğru iniyoruz. Güneş yok artık, Ay var yerinde. Tribünlere 50 civarında kişi gelmiş. Diğer kampçılar, öğrenciler, hocalar, oranın çalışanları vs.

Can sahneye çıkarken, kemanın kutusunu nedense bana veriyor. Diğer elimde zaten nota sehpası var. Ortada garip bir durum var ama nota sehpasını kuruyorum. Sonra da keman kutusunu kenara alıyorum. Çantasından nota defterini çıkartıyorum ve nota sehpasına düzgünce yerleştiriyorum. Bunu neden yaptığım hakkında bilgim yok. Kendimi boktan ve işe yarar hissediyorum. Bu iki duygu yavaşça içimde birleşiyor ama bu bileşikten acımtırak-tatlımtrak tuhaf bir his oluşuyor.

Sonra Can çıkıyor sahneye. Meraklı bir alkış karşılıyor kendisini. Parmaklarını kütürdetiyor. Burnunda alameti farikası olan meşhur nokta nokta terler birikmiş. Açtığım kutusundan kemanını alıyor. Kemanının gövdesini yerleştiriyor omzuna ve çalmaya başlıyor. Ben de yanında duruyorum. Tribünlere geri mi dönsem, hemen yanında dikilsem mi veya Rus büyükelçisi indiren tip gibi arkasında mı dursam, bilmiyorum. ne yapsam kararsızlığına düşüyorum. Yardımcısı gibi takılmaya karar veriyorum.

Can, kemanı çalmaya başlıyor. Popüler bir şarkı ama az bilinen popüler bir şarkı. Penceremin perdesini havalandıran rüzgar falan değil ama. Can çaldıkça canlanıyor, coşuyor. Nota defterinin ilk sayfası biterken de bana dönüyor: ben hala yanındayım bu arada. Ellerim namaz kılar gibi kıyamda. Başıyla hafif bir hareket yapıyor: “Sayfayı çevir” anlamına geldiğini düşünüyorum. Nota sayfasını çeviriyorum. Hareketi doğru yaptığımı onaylıyor kafasıyla. Çalmaya devam ediyor. Arada hata yapmıyor mu yapıyor sanırım. Güzel hatalardan ama bizimki gibi “sıçtın batırdın lan içine” tarzında değil. Can çaldıkça ben de sayfayı çeviriyorum ama çevirirken de karnımda bir ağrı oluşuyor. Midem sanki Stargate’teki portal kapıları gibi kendi içine doğru çekiliyor. Utanıyorum yancılıktan. Ben de birinci olmak ve birinin benim yancım olmasını istiyorum.

Şarkısı bitince kallavi bir alkış kazanıyor. Önce eliyle selamlıyor kalabalığı, sonra sanki bir performans sanatçıymışçasına öne doğru eğilip, selam veriyor. Malzemeleri toplamam için bir bakış daha atıyor. Acıdığından, ekliyor: “Kanka var ya çok süper bir adamsın sen. Sağol valla.” Hüznün getirisi olan kırılganlığın getirisiyle kibarlaşıyorum. “Rica ederim ne demek abi”

Tribünde oturmuş Can’ın canlı (?) performansını izlemiş arkadaş grubumuz yanımıza geliyor hızlı adımlarıyla. Tebrik ediyorlar: “Ya harbiden acayip ötesi çaldın” gibi laflar duyuyorum. İnek gözlüğü değil, kafayı kıranların taktığı dikdörtgen çerçeveli, siyah gözlüklerden takan kız bana yine lafı yapıştırıyor: “Senin görevin neydi sahnede? Koruma mıydın?” Cümlesini yapıştırmasından sonra bir şey daha yapıyor: elini cebine atıp 5 TL gibi bir şey çıkartıyor, avucuma yerleştirip yumruğumu kapatıyor “Al bu para da senin bahşişin olsun”. Gülüyorlar. Ben de gülüyorum. “Pamuk eller cebe” diyorum ve ekliyorum. “Müzik keyfimiz bedava değildir. Pamuk eller cebe hanımlar beyler.” Genelde böyleyimdir ben. Ortada sıkıntı varsa şakaya, komikliğe vururum. Evrim süreci içinde çarpık bir gelişme olarak görüyorum bu durumu. Hala da devam eder bu habis.

Kendi kendime Can’ın fedai-asistan arası bir şey olduğumun farkına varıyorum. Artık böyle gidecekti galiba ama içim sıkılıyordu. Ben de orijinal ve farklı olmak istiyorum. Babamın o yaşlarda sıkça nasihat ettiği gibi “Arıza çocuk” şeklinde bilinmeye ihtiyacım var. Ama ne yapabilirim? Bilmediğim için bu işin çözümünü bulmayı ertesi güne bırakıyorum ve arkadaşlar Can’la sohbet muhabbet ederken, ben de odaya çekiliyorum. Kafayı vurup uyumaya çalışıyorum. Olmuyor. Kafamı kolumun üstüne atıyorum, kolum uyuşuyor; uykum gelmiyor. Kafamda hep aynı düşünce: Benim olayım ne? Yeteneğim ne üzerine? Enstrüman çalamam, futbol oynarım ama bok gibi statüsünde. Arada Fanatik Basket almak sayılıyorsa, basketim iyidir. Ses zaten borazan, şarkı söyleyemem. Peki ne yapacaktım? Bunu bulana kadar uyuyamayacağımın farkındayım. Yaz günlerinde geceler kısadır, karanlıktır ve çok az güce sahiptir. Karanlık yok olana kadar bulamazsam hapı yutacağımı biliyorum. Fikirleri kafamda birer birer tartar ve birer birer elerken, aklımın alakasız bir yerinden cüret isteyen ama keyifli bir şey ortaya çıkıyor. Karanlıkta gülümsüyorum kendi kendime. Bir gören olsa beni arıza sanacaktı. Eh bu da zaten babamın istediği şey değil mi?

Ertesi sabah erken kalkıyorum. Saat sabahın 6’sı bile değil. İçimde aşırı bir neşe, kıpraşma mevcut. Etrafa bakıyorum dün gece odaya öküz gibi geç gelmiş Can uyuyor. Hemen olayımın hazırlıklarına başlıyorum. En sessiz adımlarımla keman çantasını alıyorum ve odanın kapısından parmak ucunda, dikkatle çıkıyorum. Etrafta in cin top oynuyor. Hafif bir rüzgar kamptaki ağaçların tepelerini sallandırıyor. Stresin şişirdiği kulaklarımda cırcır böceklerinin keyifli ötüşleri var. Hiçbir nöbetçi hocaya gözükmemeye çalışarak, ara yollardan plaja doğru iniyorum elimde Can’ın canı kadar değer verdiği kemanıyla birlikte. Her adımımda siyah keman kutusu hafifliyor. Sanki, elimdeki artık bir keman kutusu değil, makineli tüfek kabı. İçindeki de makineli tüfek.

Plaja varıyorum. Plaj dediğim bir kısmı betonarme, kalanı da yarısı taşlı yarısı parmak arasına giren kumlardan, üzerinde büyük karıncaların yürüdüğü bir kumsal. Şezlonglar boş ama bazılarının üzerlerinde havlular var. Erkenden gelişmiş kötü alışkanlıklar bunlar…

Plaja giriş yapıyorum, elimde keman çantası…Sıcacık kumları terlikli ayağımda hissediyorum. Bazı sessiz gözlerin eşliğinde kumsalı aşıyorum. Ayak parmaklarım denizle buluşuyor. Heyecandan uğuldayan kulaklarımda dalgaların kıyıya vurma sesi var. Güneş artık enseyi yakış evresinde. Kuş gibi ötüyor kalbim. Mide de karıncalanma oluşuyor, kollarımdaki tüyler sık sıkı, dimdik.

Kemanı çantasından çıkartıyorum. Bir süre elimde tutuyorum. Ağırlığını hissediyorum; verniklenmiş gövdesine bakıyorum. Kokluyorum; eski kokuyor. Parmaklarım tellerinde gezerken hafifçe gıdıklanıyor. Derin bir nefes çekiyorum gökyüzünden. Sonra da “aklını böyle alırlar işte” diyorum ve kemanı suya fırlatıyorum. Löp sesiyle batıyor ve gözden kayboluyor keman.

Başta söylediğim gibi 13-14 yaşındayım ve ergenim. Mantıklı düşünemiyorum.

Sonra da odaya dönüyorum ve hayatımın en güzel 1 saatlik uykusunu çekiyorum.

Uyku gibi uyku.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.