11
7 NEFES
Elimdeki LED
ekrana tekrar baktım. Şeffaf ekran parıldayarak sessizce çalıştı ve nano
görüntü göz bebeklerime nüfuz etti. Bu bugün 4, toplamda da 48. seyredişim
falan olacaktı. Kare kare ezberlemiştim, sevmiştim ve verdiği umut yüzünden
buraya gelene kadar defalarca izleyip durmuştum.
Prof. Dr. Bülent
Ayder’in hologramı kuğu gibi boynuyla, kel kafasıyla ve 1.dereceden arkeolojik
eser statüsündeki çerçeve gözlükleriyle karşımdaydı. Bu programın yaratıcısıydı.
Klişe bir deli-dahiydi. Genizden konuşmasıyla meşhurdu: “Ölümsüzlüğü
bulamamıştık ama çok yaklaşmıştık. İnsan ömrü ortalama 120 yıldı. Açlığı
yenmiştik, bulaşıcı hastalıkları yok etmiştik, insanlar doğmadan önce genetik
müdahale yapabiliyorduk. Savaşmıyorduk, üretiyorduk ve paylaşıyorduk. Homo
Perfectus’a ulaşmak üzereydik.”
Hoş asistanı Profesörün
üzerindeki beyaz önlüğü alarak, füme; şık bir ceket giydirdi. “Ancak işler
hesaplayamadığımız şekilde ters gitti. Yaşamın tadını alamayacak kadar kusursuz
bir dünyadaydık. İnsanların yaşam gayesi kalmamıştı. Kimse uzun yaşamak
istemiyordu, kimse bir yeryüzü cennetinin mükemmelliğini istemiyordu. İntihar patlamaları
baş göstermiş, bireysel suçlar zirve yapmıştı. Hükümetler, G7, G20, Dünya
Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler bunun önünü alamıyordu. Ta ki Kuzey
Afrika’nın Tassili n'Ajjer bölgesinden çıkartılan antik bir fosile kadar.”
En sevdiğim
bölüm gelmişti. Profesör ceket cebinden küçük bir cam kap çıkarttı. İçinde bir
sinek vardı. “Elimde tuttuğum hanımefendiye ‘uyuyan güzel’ diyoruz. Kendisi
aslında antik bir Çeçe Sineğidir. Kendisinden aldığımız DNA’ların üzerinde
çalıştık ve SOLARTİS dediğimiz programı geliştirdik”
Kamera elindeki
sineğe doğru yakınlaştı. “Peki SOLARTİS tam olarak nedir?”
LED ekran
hafifçe karardı ve sahne değişti. Profesör yine başroldeydi ama bu sefer
yanında metalden, ön kısmı camla kaplı uzun, şeffaf bir tüp vardı. “SOLARTİS
sizi istediğiniz kadar uyutan, bu sürede fiziksel olarak sağlıklı-stabil
şekilde tutan ve istediğiniz saatte uyandıran tümleşik bir uyku sistemidir.
Tıpkı bir Çeçe Sineğinin ısırışının yarattığı komplikasyon gibi… 10 gün ya da
10 yıl. Yapmanız gereken tek şey, gerekli yasal izinleri almak, Türkiye’nin 45
şehrindeki merkezlerimize başvurmak ve uyumak istediğiniz süreyi belirtmek.
Kalanı bizim maharetli ellerimizde.” Tüpün panelindeki düğmeye bastı, yavaşça
açılan tüpün içine yattı ve ekledi: “İyi uykular Türkiye.”
Sırtımı deri
koltuklara güzelce yaslayarak verdikleri acı çaydan bir yudum daha içtim. Bekleme odasına kısa saçlı, sarışın, keskin
gözlü bir kadın; Profesörün asistanı girdi. Kadın baştan ayağa kastan
oluşuyordu. “Ali Bey…Müsaitseniz Bülent Hoca son hazırlıklar için sizi
bekliyor.”
Yerimden kalktım
ve başımı sallayarak Profesörün asistanını takip ettim. Dar bir koridorda yan
yana yürüyorduk. “Bu şimdi son testimiz mi olacak? Sıkıldım diyeceğim de
durumun hassasiyetinde tuhaf kaçacak.” Kadın elindeki çizelge tablete baktı.
“Evet, evet. Meraklanmayın. Bugün bu işi yapacağız”. Beş altı yerden döndükten
ve hava asansörüyle 20 kat çıktıktan sonra kat kapısında bizleri elleri önlük
ceplerindeki Profesör karşıladı. “İşte günün hero’su da geldi. Hoş geldiniz Ali
Bey… Eskilerin dediği gibi sefalar getirdiniz”
Odası da kendisi
gibiydi Profesörün. Yüksekçe kubbe şeklinde bir tavan, tavanın altında genişçe
bir oda ve duvarları kaplamış kitaplar. Savaştan
kalma ceviz masasına geçmişti ve bilgisayarından dosyamı açıyordu. Mevzuya
çabuk girdi. “Hemen başlayayım. Bir, verileriniz gayet iyi, zaten bunu
biliyoruz. EKG, EKO, Holter, Anaerobik testler, Fosfat direnci, Rem uyku
geçişi, kas kütle oranı, retina kalınlığı vs çok ideal. İki, elinizde kapı gibi
izinleriniz var. Bu kadar kısa sürede nasıl aldınız bilmiyorum ama önemli
değil. Üç, şurayı imzalıyorsunuz ve geçişe başlıyoruz.” Cebimden kalemimi çıkartırken
Profesör son bir şey ekledi: “Ama resmi mutabakatlar gereği SOLARTİS’e katılma
sebebinizi ve onayınızı sesli olarak kaydetmek zorundayız. Binlerce kez
yaptığımız formalite bir iş ama yapmazsak sağlık müfettişlerinden sarı zarfı
yeriz.”
Asistanının ikramı
su bardağı elimdeydi. Hafifçe salladım ve titreşimlerine bakarken cevap verdim:
“Tamamdır. Eeee…SOLARTİS’e katılmayı istiyorum çünkü bakın ne derler, ben
mirasyedinin tekiyim. Sülalem çakaldı ve onlardan 1000 tane daire falan kaldı.
Hayatım boyunca hiç çalışmadım. Dükkan
kiraları, araziler, bankadaki faizden paralar vs, bunlar geldikçe harcayıp
durdum. Sonra bir gün anladım ki istediğim bu değilmiş. Başkasının hayatını yaşıyorum
gibiydim sanki anlatabildim mi, bilemedim. Ben de şöyle yaptım. Ailemin tüm
malvarlığını dağıttım. Kötü hisselere yatırım yaptım. Kumarhanelerde rezil
ettim kendimi. Şimdi de ismim unutulana kadar, bu yüzden 10 yılı seçtim… 10 yıl
sonra sıfırlanmış şekilde yeniden başlamak istiyorum hayata. Böyle. Yani,
SOLARTİS programına katılmayı o-n-a-y-l-ı-y-o-r-u-m.”
Profesör, gözlüğündeki
monitör yansıması eşliğinde ekrana son bir veriyi girdi. Gözlüğünü çıkartarak,
gözlerini ovdu ve bana dikti. “Öğrencilerin not istemesinden aşinayım, bu yüzden önceden hazırlanmış bir konuşmanın
tadını aldım. Ama yine de iyiydiniz. Her neyse. Artık uçuşa geçebiliriz”
***
Yedi nefes.
Teolojik tatları olan bir şehir efsanesi veya enstrümantal albüm ismi gibi
gelse de kulağa, buz gibi gerçeğin ta kendisiydi. SOLARTİS’in “gizemli” sıvısı
damarlarınıza enjekte edildikten, derin uykuya geçiş arasındaki süre tam yedi nefes
alışıydı. Bu hesaplanamayan, zarif bir anomaliydi.
“Şimdi…Ali Bey,
yavaşça uzanın lütfen” Ne olduğunu bilmediğim bir hap yutmuştum, üstümdeki
hışırdayan ameliyat elbisesini saymazsam çıplaktım ve bir uyku tabletinin içine
10 yıl sonra kalkmak üzere uzanmanın stresi doğal olarak damarlarımda
köpürüyordu. Profesör elindeki çizelgeyle yanıma geldi, nabzımı eski usulle
kontrol etti. “Hastamız stabildir. İlaç enjeksiyonunu onaylıyorum.”
Asistan daha
önce açtığı damar yoluna örgü inceliğindeki bir tüpü bağladı. Mikron iğnesi
canımı -hafifçe- yakarken, gülümseyerek göz kırptı. “Şimdi sizi iyice
bağlayalım ki hiçbir yere kaçma fırsatınız olmasın öyle değil mi?” Kollarım ve
bacaklarım yarı-otomatik kas cihazlarına bağlanmıştı. Belim, titanyumdan bir
korseye yerleştirildi. Leğen kemiğim silikon kalıpla çevrelenmişti. Bunlar ben
uyurken kaslarıma düzenli olarak çalıştıracak, fiziksel açıdan çöküşüme engel
olacaktı.
Heyecandan elim
ayağım titremek isteseydi bile nafileydi artık. Vücudum kapsülle bütünleşmişti.
Sadece kafamı oynatabiliyor, onu da ağzımdaki oksijen maskesinin izin verdiği
kadar becerebiliyordum. Atılacak her büyük adımdan önceki o nereden geldiği
bilinmez; tahminimin ince bağırsakla mide arasındaki o boşluk olduğunu düşündüğüm meşhur “Acaba büyük bir hata mı
yapıyorum?” hissiyatıyla doluydum. Acaba hata mı yapıyordum ve bunu engellemek
için çok mu geç kalmıştım?
Acaba yatacak ve
bir daha kalkamayacak mıydım? Ya da ilaç bende işe yaramayacak, dolayısıyla uykuya
dalamayacak ve seksi asistana rezil mi olacaktım? Bunu 7 nefes sonra
öğrenecektim.
Tamamen karartılmış
ve kilitlenmiş kapsülden Profesörün sesini duydum. Teknolojide kraldık ama
telsizden gelen insan sesleri hala pürüzlüydü. “Şimdi, normal hızınızla 1’den
başlayarak saymanızı istiyorum….”
Kolumdan
yayılarak buz gibi bir sıvı adım adım vücuduma sızıyordu. Okuldaki müzik
derslerinde zorla öğretildiği gibi derin bir diyafram nefesi çektim. Sonra da
dışarı verdim ve saymaya başladım.
“1…” Profesör ve
Asistanının da olduğu kontrol odasının acil durum ışığının yandığını fark
ettim.
“2…” Acil durum
odasının kapısı patlarcasına açıldı ve içeriye yüzü maskeli, dev gibi adamlar
girdi.
“3”…” Silahlarını
çıkartarak etrafa ateş etmeye başladılar.
“4…” Göz kapaklarım usulca ağırlaşıyordu.
“5” Asistanı profesörü boynundan kavrayıp cama
vurduktan sonra cebinden küçük bir silah çıkarttı.
“6” Elini tıpkı güneşin gözlerine
vurmasını engellermiş gibi yüzüne siper etti.
“7” Silahı profesörün kafasına
doğru tuttu.
Derin bir çukura
itilmiş gibi uykunun içine düştüm.
***
Gözlerimi
korkuyla açtım. Midem ağzımdaydı, öksürerek boğuk şekilde maskemin içine
boşalttım içimdekileri. Nefes alamıyor, sadece hırlıyordum. Boğazımda boktan
bir yanma vardı. Su bulmam lazımdı. Sıcak-soğuk fark etmezdi. Ağzımdaki acılığı
alacak birkaç yudum su. Bütün istediğim buydu. Halsizlikten tekrar bayılmak
üzereydim.
Kapsülün
telsizinden sesini duydum. “Uyanma vakti Ali Bey.” Asistan karşımdaydı. Nefes
nefeseydi. Yüzündeki küçük kırışıkları, dudaklarının kenarlarındaki çizgileri
ve saçlarındaki beyazlığı gördüm. “Vakit yok, haydi. Anlatacak çok şey var.”
Kapsülün kapağı
açılmıştı. Delice titriyordum. İçeriye giren 2 hırpani adam beni önce cihazdan
söktüler, sonra da termal giysilere sararak yavaşça kaldırdılar. O sırada gayri
ihtiyari pencereye baktım.
Gördüklerimin
vahametiyle gözlerimi tekrar kapaklarının arkasındaki karanlığına emanet ettim.
Eğer gözlerimi yeterince sıkı kapatabilirsem, geri açtığımda tüm bunların rüya
olma ihtimaline inanmak istiyordum çünkü.
Yorumlar