bir tufandır fenerbahçe


Bazen her yerde aynı anda olamayacağınızı bildiğiniz halde küçük, aslında derince düşündüğünüzde saçma şeyleri merak edersiniz. Hemen o anda yapasınız gelir. Mesela şehirler arası otobüslerin şoför uyku kabininde uyumak ya da Afyon'daki dinlenme tesisinde pişmaniye ve yanında naneli sabun almak gibi... O anda özendiğiniz, o anda istediğiniz; daha sonra normal hayatınızda unutacağınız ve tekrar aynı ortamda rast gelinceye kadar özlemeyeceğiniz şeylerdir bunlar.

Uzun yolculuklara dair aklımda hep böyle şeyler var. Gözüm mutlaka bir yerde otobüsün içindeki saate takılır. Zaman yavaş ilerler, bunu artık bilmeyen yok da pek görmediğimiz vakitlerde yakalarız o saatleri: 2.14, 2.55, 3.18, 3.56, 4.15

Genelde Akdeniz şehirlerine gidilir bu otobüslerde. Bu yüzden sabaha karşı sizi kızılçam kokusu karşılar... Kokuyu öğrenene kadar "Bir yer mi yanıyor acaba?" sorusunu sorarsınız. Sabah aydınlığı gelmeden önceki o koyu mavi ışık sizi şaşırtır. Başınızı cama dayadığınızda, gecenin yarısı geçtiğiniz boş şehirlerde ve otobüsünüzün tek başına beklediği kırmızı ışık anlarında "burada kimler yaşıyor?" diye düşünürsünüz. Görmeye alışık olmadığınız plakalar sizi şaşırtır. Oturduğunuz koltuk kıçınızın kenarlarını yakar. Boğazınız hep biraz kurur, su içersiniz ama su içtiğinizde bu sefer çişiniz gelir.

Dinlenme tesislerinin tuvaletlerine kafayı takarsınız. Temizliğinden falan değil, aklınıza komik şeyler gelir, "Benim sıçtığım yere daha önce kimler sıçtı?" sorusu cevabını arar. Sıcak çişiniz soğuk tuvalet taşına çarptığında çıkardığı buhara garipseyerek bakarsınız. Hiç ihtiyacınız yoktur ama para verdiniz diye dinlenme tesisi tuvaleti kasasındaki limon kolonyasını sürersiniz.

Mutlaka otobüsün yıkanışını izlersiniz. Empati duygularınız coşar böyle anlarda. "Ya" dersiniz, "bu otobüsü yıkayan çocuklar ne kadar para kazanıyor, böyle bir hayat isterler miydi?" diye merak edersiniz. Sınıfsal çatışmalara girersiniz, otobüse geri bindiğinizdeki ağır koku başınızı ağrıtır. Nihayetinde zihniniz sizi bir yere götürmeyecek ara formları unutmaya programlanmıştır. Varacağınız yere vardığınızda bütün bunlar bilinçaltınıza itilmiş, daha sonra saçma rüyalar ya da egzantrik davranışlar şekilde çıkacak hale çoktan sokulmuştur bile.

Böyle şehirlere hep sabahın erken saatlerinde varılır. Hep de benzer şekilde ilerler hikaye. Sabah ikramı, 3'ü 1 arada'nın normalde yüzüne bakmayacağınız kokusunun dünyanın en çekici şeyi gibi gelmesi, klimanın köklenmesinin çıkardığı uğultu, muavinin çatallı sesi. Her şey hep aynı şekilde yürür. Hep aynı şekilde gerçekleşir. Alakasız, adını duymadığınız yerlerde inen yerliler vardır. "Kaptan beni Çalkan Petrolün orada indir misin?" Şoförün pencerenin yarısı açıp gizlice içtiği sigara, radyoda açtığı türkü... Hafızamızda yer alan ve birbiriyle karışmış şeylerdir bunlar. Hakeza iniş ritüeli de öyledir. Bavulunu ilk önce almak için verdiğin çaba, uyuşmuş baldırların, sağlıksız uykunun verdiği mahmurluk, kırdığı ses... Seni almaya gelen dayın, amcan ya da kuzenin... Çok çekici görünse de asla binmeyeceğin ve seni kazıklayacaklarını düşündüğün klimalı station wagon taksiler... Göbeğinin terlemesi, eve gelince seni bekleyen kanepeye kıvrılıp uyumak...

Bunlar bir yolculuğu güzel yapan detaylardır. Hafızanızda fazla yer de tutmazlar, öyle kalırlar. Bazı yolculuklar ise o kadar tatlı değildir. 


Bir ara, salgından önce diyelim İstanbul'a çok gidiyordum. Yani o kadar çok gidiyordum ki uçak korkusu nedeniyle deplasmanlara arabayla giden ve yolda et lokantası keşfeden Hasan Şaş seviyesinde karayollarını tanımıştım. Bolu tüneli arkadaşım olmuştu. İstanbul'a her gittiğimde de mutlaka ilginç bir macera yaşardım. Bana "Sen gençsin canın ister" diyerek kadın pazarlamaya çalışan taksici, "Ben Ata Demirer'in kuzeniyim ama Ata ile konuşmuyoruz, ünlü oldu bizi unuttu" iddiasında bulunan taksici gibi tipler karşıma çıkar dururdu. Genelde eğlenirdim, değişik insanlarla tanışırdım hatta eve gelince gaza gelirdim ve hemen Hürriyet Emlak'ı açıp ev falan bakardım. Kiraları görünce vazgeçerdim. 

Fenerbahçe maçlarına gitme kısmı hariç.

Taraftarlık işleriyle ilgilendiğim bir dönem vardı. Hala da az ya da çok devam ediyor. Fenerbahçeli olmak bir tutkudur demeyeceğim, o kadar basit duygulanan birisi değilimdir (umarım) ama bilhassa Fenerli olmanın insana enteresan bir hava kattığı gerçek. Realitede alakasız ama kulübü sanki sen de yönetiyor gibisin. Her şey hakkında söz hakkın var, her şeyi eleştirebilirsin, her şeyi övebilirsin, her şeyde gaza gelebilirsin. Uzun süre ortalıkta "Aziz Yıldırım'ı ben gönderdim oğlum. Yani emeğim %100 değildir ama %2,5 vardır" diye gezmişliğim vardır. Kongre nabzını tuttuğumuz, dünyanın en ehemmiyetli konusuymuş gibi "DM'lerden" İttihatçıların Pembe Köşk'ten vatanı kurtardığı gibi Fenerbahçeyi kurtarmışlığımız vardır.  O ortaklık, o bir şeye ait olma hissi insana hoşluk veriyor, yalan yok.

Fenerbahçelilik üzerinden arkadaş çevresi de edindim. Bir sürü alakasız insanla tanıştım, çayını kahvesini içtim. İş bağlantısı kurdum, "ünlü" isimlerle falan aynı masaya oturdum. Maça gitme olayı ise başka bir mesele. İstanbul'a gittiğim süreçte, pek çok kereler artık aramın iyi olduğuna inandığım "Fenerbahçe crew" ile maça gitme planları yaptım. Bir şekilde gerçekleşmedi. Büyükşehirde ve hele ki kendin de büyümüşken ve çalışma hayatının içindeyken planların çoğu çalışmıyor. Bu gerçeği öğrenecek kadar toplantı setup etmişliğim vardır.

Yine böyle Crew ile buluşamadığım ve sap gibi kaldığım bir İstanbul gezisinde Fenerbahçe maçına solo gitmeye karar vermiştim. Maç Ali Koç'un başkanlığının ilk resmi lig maçı olan Fenerbahçe - Kayserispor maçıydı. Ufukta beklenen beyaz atlı prensin endam edeceği maç olduğu için özel bir andı, mutlaka o stadyumun içinde olmak istiyordum. Bileti ki sanırım artık ona passolig deniliyordu, malum şekilde bulmuştum. Migros tribünündeydi. Üst kattaydı. Sahayı hafif sağ taraftan görüyor bu da daha geniş bir bakış açısı sağlıyordu. O zamanlar koronavirüs yoktu, insanlarla üst üste, birbirimize değdirerek girmiştik stada. Koltuğumu buldum, neyse ki oturan kimse yoktu. Herkes gibi koltuğun sırt kısmına oturdum. Üzerimde yağmurluğum vardı. Yağmurluğun fermuarını çenemin altına kadar çektim. Maçın başlamasına 2 saat vardı, hafif hafif stad dolmaya başlamıştı. Eh, rüzgar güzeldi, hava da keyifliydi.

Tribün doldukça tadım hafiften kaçmaya başladı. Ya, gelen tayfanın yaşı çok küçüktü. Çok gençlerdi.Tezahürat yapıyorlardı, yapmayanları uyarıyorlardı falan. Sanki bu maç onlar için dünyanın en büyük şeyiydi, her şey buna bağlıymış gibi bütün hareketleri umarsızca anlıktı. Tribün tamamen dolunca maç da başladı. Bu veletlerden iki üç laf yiyen "yaşlı" kişiler oldu. Benim inanılmaz tadım kaçtı. Bilmiyorum, belki de kıskandım. Henüz kendilerini sorgulama dönemleri başlamadığı için özenmiş olabilirim. "Bizden geçti evlat, bizden geçti" hissine kapıldım. Ne işim vardı benim burada? Bilete 3 kat fazla para vermiştim, dünyanın en gazsız gazozunu içiyordum. Ne sağımdaki ne solumdaki kişiyi tanıyordum. Sahadaki oyun iğrençti. Erkek bir neandertalin avlanırken kullandığı iletişim çığlıklarından daha anlamsız sesler çıkararak bağırmam isteniyordu. "Yuhlama" diye bir şey vardı. Türkçe de değildi sanırım çünkü yazıldığı gibi okunmuyordu. Genellikle uzun bir "UUUU" sesi çıkarılma suretiyle böğrülüyordu. Bütün vücudumu yabancılık hissi sarmıştı. "Baba biz ne yapıyoruz ya?" dedim ve özür dileyerek maçın kırkıncı dakikasında stadyumdan çıktım. Çıkarken de yine delikanlılığını elden bırakmamaya çalıştım, güya acil bir işim varmış gibi kendi kendime telefonda "ya bu saatte bu söylenmez ki neyse aşkım geliyorum yanına hemen" diyaloğunu canlandırdım.

Stadyumdan çıktım. İstanbul lokasyon cahili olduğum için etrafta öyle boş turlar attım bir süre. Canım denizi görmek, Ankara'da yaşayan birinin pek bilmediği deniz suyunun taşlara hafif hafif vurma sesini dinleyerek rahatlamak, huzura ermek istiyordu. Ayaklarım beni bir sahile götürdü. Bir kayalığa çıktım. Kararımı vermiştim. Bundan sonra maça gitmek yoktu. Gaza gelmiş olmalıyım ki çeneme kadar çektiğim yağmurluğu üstümden çıkarıp denize fırlattım. Sonra da birisi görmüştür başımız derde girmesin diye oradan koşarak uzaklaştım. 



 

  








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

gidenlerin ve dönenlerin yolda karşılaştığı o kavşak

nane şekeri ve deniz feneri

insanın en iyi arkadaşı kendisidir.